Varoluşçuluk
Önde 
gelen Fransız varoluşçu filozof Jean Paul Sartre, 1905’te Paris’te doğup
 1980’de aynı şehirde öldü. Felsefe ve ortaokul öğretmenliği eğitimi 
aldı ancak çağının ana akımlarını yorumlamaya çalışan bir roman yazarı 
olarak ün kazandı. Sartre 1940’ta Almanya’nın Fransa’yı işgal etmesinin 
ardından gizli olarak mücadelesini sürdürdü ve Varoluşçu felsefe için 
çok büyük öneme sahip konular olan seçim, endişe, ıstırap taşıyan pek 
çok durumla karşılaştı. Kendini adamış bir Komünist olduğu için değil, 
Fransız Komünist Partisi’nin mevcut durumda en kararlı rakip olduğunu 
düşünmesinden dolayı Komünist davaları savunmasıyla pek çok kişiyi 
kendinden uzaklaştırmasına rağmen, savaş sonrası Fransa’sının önde gelen
 edebi kişisi oldu. Her durumda, komünizm yanlısı görüşleri Varoluşçu 
felsefesini beraberinde getirmiştir. Varoluşçuluk, farklı insanlar için 
farklı anlamlara gelir: Sartre ilkini 1945’te gerçekleştirdiği Varoluşçuluk bir İnsancılıktır konulu aşağıdaki konferansında bu karmaşaya açıklık getirmeye çalışmıştır.
İnsanoğlunun “Fıtratı” var mıdır?
Nedir öyleyse varoluşçuluk?
Bu
 sözcüğü kullananların çoğundan anlamını açıklamalarını istediğimizde 
akılları karışacaktır. Çünkü bu sözcük moda olduğundan beri herkes 
neşeyle şu müzisyen ya da bu ressam “varoluşçu” diyor. Clartés’teki
 bir köşe yazarı kendisini “varoluşçu” adıyla tanıtıyor ve aslında bu 
sözcük düşünülmeden o kadar çok şey için kullanılıyor ki, artık 
neredeyse hiçbir anlamı kalmadı. Çünkü sürrealizmde olduğu gibi, yeni 
herhangi bir doktrin eksikliğinde, gündemdeki en son skandal ya da 
harekete katılma hevesindeki herkes, bu felsefeyi benimsiyor, ancak 
burada kendi amaçlarına hizmet edecek hiçbir şey bulamıyorlar. Çünkü 
varoluşçuluk, bütün öğretiler içinde en skandalsız ve en katı olanıdır: 
ustalar ve filozoflar içindir. Aslında kolaylıkla da tanımlanabilir. (…)
Varoluşçuların birleştikleri ortak nokta “varoluş”un, “öz”den (cevher) önce gelmesine veya “kişisel” olandan başlamamız gerektiğine inanmalarıdır.¹ Peki, bununla ne demek istiyoruz?
İmal
 edilmiş bir ürün düşünelim, örneğin bir kitap veya kâğıt bıçağı. İnsan 
bu ürünün, ürüne dair bir anlayışı/kavrayışı olan bir zanaatkâr 
tarafından yapılmış olduğunu; aynı şekilde, zanaatkârın kâğıt bıçağı 
kavramına ve bu kavramın bir parçası olan üretim tekniğine -yani, temel 
formüle- dikkat ettiğini görecektir. Böylece, kâğıt bıçağı, hem belirli 
bir şekilde üretilebilen bir nesnedir, hem de bir amaca hizmet eder, 
çünkü kimseden ne amaca hizmet edeceğini bilmeden bir kâğıt bıçağı 
üretmesi beklenemez. Öyleyse diyelim ki, kâğıt bıçağının özü, yani 
üretimini ve tanımlanmasını mümkün kılan formül ve özelliklerinin tümü, 
varlığından önce gelir. Böyle bir kâğıt bıçağının veya kitabın varlığı 
da bu şekilde gözümün önünde belirginleşir. Bu durumda, dünyayı teknik 
bir bakış açısıyla görmekteyiz ve dolayısıyla üretimin varlıktan önce 
geldiğini söyleyebiliriz. 
Tanrıyı
 yaratıcı olarak düşündüğümüzde, onu çoğunlukla semavi bir zanaatkâr 
olarak görürüz. Hangi doktrini düşünürsek düşünelim, Descartes’ın ya da 
Leibnitz’in doktrinleri de olsa, iradenin anlayışı/kavrayışı izlemese de
 ona eşlik ettiğini her zaman ima ederiz; yani, Tanrı yaratırken, ne 
yarattığını tam olarak bilmektedir. Tanrının zihnindeki insan anlayışı, 
zanaatkârın zihnindeki kâğıt makası anlayışı gibidir: Tanrı insanı, 
aynen zanaatkârın kâğıt makasını yaparken bir tanım ve formülü izlemesi 
gibi bir süreç ve anlayış uyarınca yapar. Böylece her birey, ilahi 
kavrayışta belli bir anlayışın gerçekleştirilmesidir. On Sekizinci 
yüzyılın felsefi ateizminde, Tanrı kavramı bastırılmıştır, ama özün 
varlıktan önce geldiği düşüncesi değil. Bu düşüncenin izlerini az ya da 
çok Diderot’da, Voltaire’de ve hatta Kant’ta da bulabiliriz. 
İnsanoğlunun kendisine özgü bir doğası vardır; insan denilen mahlûkun 
telakkisi olan bu “insan doğası” her insanda bulunur; yani, her bir 
insan evrensel telakkinin, insan telakkisinin bir numunesidir. Kant’a 
göre evrensel telakkinin boyutları o kadar geniştir ki, ormandaki vahşi 
adam, doğal halindeki adam veya burjuva sınıfına mensup birisi, aynı 
tanım içinde yer alır ve aynı temel özelliklere sahiptir. Burada da 
insanın özü, tecrübelerimizde karşılaştığımız bu tarihsel varoluştan 
önce gelir. 
Benim
 de bir temsilcisi olduğum ateist varoluşçuluk daha yüksek tutarlılıkla,
 eğer Tanrı yoksa yine de varlığı özünden önce gelen, her anlayışıyla 
tanımlanabilmesinden önce var olan en azından bir canlı var diyor. Bu 
canlı insandır. Öyleyse varlık özden önce gelir diyerek aslında ne 
söylemek istiyoruz? İnsan öncelikle vardır, kendisiyle karşılaşır, 
dünyaya akın eder ve sonrasında kendini tanımlar. Varoluşçuların gördüğü
 gibi insan eğer tanımlanamaz ise, çünkü başlangıçta o hiçbir şeydir, 
bir süre daha hiçbir şey olmayacaktır ve sonrasında kendini ne yapmışsa o
 olacaktır. Bu yüzden, insan doğası yoktur çünkü bunun anlayışına sahip 
olan bir Tanrı da yoktur. İnsan sadece vardır. Yalnızca algıladığı şey 
değil, arzu ettiği şeydir ve varoluşunun ardından kendini nasıl 
algılıyorsa, varoluşa doğru attığı adımın ardından ne olmak istiyorsa 
öyledir. İnsan kendini ne yapmışsa odur. Bu varoluşçuluğun ilk 
kuralıdır. Başkalarının bizi kınamak için kullanarak “öznellik” adı 
verdikleri şeydir. Peki, biz bununla ne demek istiyoruz, insan, bir masa
 veya taştan daha mı çok haysiyet sahibidir? Demek istediğimiz, insan 
öncelikle vardır, insan kendisini bir geleceğe doğru sürükler ve bunun 
da farkındadır. İnsan aslında, bir çeşit yosun veya mantar ya da 
karnabahar gibi olmak yerine, öznel bir yaşama sahip bir tasarıdır. Kişi
 bu yansımasından önce, us için bile hiçbir şey değildir: insan yalnızca
 olmayı amaçladığı şey olduğu zaman varlık kazanacaktır. Olmayı dilediği
 şey olunca değil. Dilemek ve arzu etmekten genellikle, kendimizi neysek
 o yaptıktan sonra alınan bilinçli bir karar olduğunu anlarız. Bir 
partiye üye olmayı, bir kitap yazmayı veya evlenmeyi dileyebilirim, ama 
böyle bir durumda arzum denilen şey daha önce ve kendiliğinden aldığım 
bir kararın tezahürüdür. Ancak varlık gerçekten de özden önce geliyorsa,
 insan olduğu şeyden sorumludur. Bu yüzden varoluşçuluğun ilk etkisi, 
her insanı olduğu şekilde kendi eline bırakması ve varoluşun bütün 
yükünü kendi omuzlarına yüklemesidir. İnsanın kendinden sorumlu olduğunu
 söylediğimizde bu yalnızca kendi bireyselliğinden sorumludur demek 
değil, bütün insanlıktan sorumludur anlamına gelir. “Öznelcilik” sözcüğü
 iki şekilde anlaşılmalıdır ancak muhaliflerimiz bunun yalnızca tek 
anlamıyla uğraşmaktadır. Öznelcilik bir yandan bireysel öznenin 
özgürlüğü, diğer yandan insanın insan öznelliğinin ötesine geçemeyeceği 
anlamına gelir. Varoluşçuluk açısından daha derin anlama sahip olan 
bunlardan ikincisidir. İnsan kendini seçer dediğimizde herkesin kendini 
seçmesi gerektiğini söylemiyoruz; söylemek istediğimiz aynı zamanda 
kendi için seçim yaptığında aslında tüm insanlık için seçim yapıyor 
olması. Çünkü aslında insanın kendini arzu ettiği şekilde yaratması için
 bulunduğu her eylemde insanın olması gerektiği şekilde olması gibi bir 
imgede yaratıcı olmayan hiçbir durum yoktur. Şunun veya bunun arasında 
seçim yapmak aynı zamanda seçilenin değerini pekiştirmektir: çünkü daha 
kötüsünü hiçbir zaman seçemeyiz. Her zaman en iyiyi seçeriz ve bütün 
insanlar için daha iyi olmayan bizim için de olmaz. Hatta varlık özden 
önce geliyorsa ve biz de imgemiz uyarınca varsak bu imge herkes ve 
kendimizi bulduğumuz her çağ için geçerlidir. Bu yüzden sorumluluğumuz 
düşündüğümüzden daha da fazladır çünkü insanlığın tümünü ilgilendirir. 
Bir işçiysem örneğin, komünist yerine Hıristiyan bir sendikaya katılmayı
 seçebilirim. Böyle bir üyelikle teslimiyetin sonuç olarak insana en 
yakışan davranış olduğunu ve insanın krallığının bu dünyada olmadığını 
belirtmeyi seçersem, kendimi yalnızca bu görüşe adamış olmam. Teslimiyet
 benim herkes için arzumdur ve yaptığım eylem sonuç olarak bütün 
insanlık adına verilen bir karardır. Ya da daha kişisel bir konuyu ele 
alırsak, evlenip çocuk sahibi olmaya karar versem, bu karar kendi 
durumumdan, ihtiras ve arzumdan önce geliyor da olsa burada yalnızca 
kendimi değil tek eşliliğin uygulanmasına tüm insanlığı adamış oluyorum.
 Ben bu yüzden kendimden ve bütün insanlıktan sorumluyum ve insanın 
olmasını istediğim şekilde bir insan imgesi yaratıyorum. Kendime şekil 
vererek insanlığa şekil veriyorum. 
Bu
 durum, ıstırap, terk edilmişlik ve umutsuzluk terimlerinin ne anlama 
geldiğini idrak etmemize yardımcı olabilir. Birazdan da göreceğiniz gibi
 aslında çok basit. Öncelikle ıstırapla ne demek istiyoruz? Varoluşçular
 dürüstçe insanın ıstırap içinde olduğunu söyler. Anlamı şu şekildedir: 
insan ne olacağını seçemediğini fark ederek kendini herhangi bir şeye 
adadığında, ancak insan aynı zamanda tüm insanlığın ne olacağını 
belirleyen bir yasa koyucu gibidir, böyle bir anda insan böylesine büyük
 ve ağır sorumluluk duygusundan kaçamaz.4
 Aslında böylesine bir endişe sergilemeyenler de vardır. Ancak onların 
bu ıstırap veya korkularını yalnızca sakladıklarını veya bunlardan 
kaçtıklarını biliyoruz. Pek çok insan yaptıklarına kendilerinden başka 
hiç kimseyi adamadıklarını düşünür: “Herkes böyle yapsa ne olur?” diye 
onlara sorarsanız, omuz silker ve söyle yanıt veririler: “Herkes öyle 
yapmıyor.” Ama gerçekte kişi kendine eğer herkes kişinin yaptığını yapsa
 ne olur diye sormalıdır; kişi kendini kandırmak haricinde böyle 
rahatsız edici bir düşünceden de kaçamaz. “Herkes öyle yapmıyor” diyerek
 kendine bahane bulmak için yalan söyleyen insanın vicdanı hastadır 
çünkü kişi yalan söyleyerek aslında inkâr ettiği evrensel değerleri ima 
etmiş olur. Bu aldatmacayla ıstırabı kendini ele verir. İşte bu, 
Kierkergaard’ın5
 “İbrahim’in ıstırabı” dediği ıstıraptır. Hikâyeyi hepiniz bilirsiniz: 
Bir melek Hz. İbrahim’e oğlunu kurban etmesini söylemiş: eğer “Sen 
İbrahim, oğlunu kurban edeceksin” diyen gerçekten de bir melekse, Hz. 
İbrahim’in ona itaat etmesi gerekirdi. Ancak bu durumda olan herkes 
öncelikle onun gerçekten de bir melek olup olmadığını, ikinci olarak, 
ben gerçekten de İbrahim miyim diye merak eder. Nerede kanıtlar? 
Halüsinasyonlar gören deli bir kadın insanların kendisini telefonla 
arayıp ona emirler verdiğini söylemiş. Doktor da sormuş: “Peki seninle 
konuşan kim?” Kadın cevap vermiş: “Tanrı olduğunu söylüyor.” Öyleyse bu 
kadına arayanın Tanrı olduğunu kanıtlayan nedir? Bana bir melek görünse,
 onun gerçekten de melek olduğunu nereden bileceğim? Sesler duyuyorsam 
meleklerin cehennemden değil de cennetten geldiğini bana ne kanıtlayacak
 ya da bunun benim bilinçaltımdan veya birtakım patolojik durumlardan 
kaynaklanmadığını? Seslendikleri kişinin gerçekten ben olduğumu nereden 
bileceğim?
Benim
 insan anlayışımı bütün insanlığa kendi seçimimle dayatmaya uygun bir 
insan olduğumu kim kanıtlayabilir? Böyle bir kanıtı asla bulamayacağım; 
beni de bu konuda ikna edebilecek hiçbir işaret yoktur. Bir ses benimle 
konuşsa bu sesin bir meleğin olup olmadığına karar verecek yine de 
benim. Belli bir eylemi iyi olarak nitelendirsem, o eylemin kötü değil 
de iyi olduğunu söyleme seçimini yapan da yalnız benim. Benim İbrahim 
olduğumu gösteren hiçbir şey yok: yine de her an örnek teşkil edecek 
davranışlarda bulunmak zorunluluğundayım. Her şey, her insana sanki 
bütün insan ırkının gözleri o kişinin ne yaptığını izliyormuş gibi olur,
 kişi icraatını da buna göre değiştirir. Bu yüzden herkesin “Ben 
gerçekten de insanlığın benim yaptıklarımın etrafında hareket edeceği 
şekilde hareket etme hakkına sahip olan bir insanım” demesi gerekir. 
Eğer kişi bunu demezse ıstırabını saklıyor demektir. Burada sözü geçen 
ıstırap, elbette ki dingincilik veya avareliğe neden olmaz. Bu, 
sorumluluk yüklenmiş herkesin çok iyi bildiği şekilde saf, basit 
ıstıraptır. Örneğin askeri bir lider bir taarruzun sorumluluğunu 
üstlenmiştir ve bir dizi insanı ölüme gönderir, lider böyle yapmayı 
seçmiştir, en temelde yalnızca kendisi seçmiştir. Elbette ki daha yüksek
 bir komuta altında olduğu da bir gerçektir, ancak o komutanın verdiği 
emirler daha geneldir ve lider tarafından yorumlanması gerekir; on, on 
dört veya yirmi insanın hayatı bu yoruma bağlıdır. Bu kararı verirken 
lider belli bir ıstırap duyar. Bu ıstırabı bütün liderler bilir. Ama bu,
 bir eylemde bulunmalarını engellemez, hatta eylemi gerçekleştiren bir 
koşuldur, çünkü eylem pek çok olasılığın mevcut olduğunu varsayar ve 
bunlardan birini seçerek, eylemin seçilmiş olmasından dolayı bir 
değerinin bulunduğunu fark ederler. İşte varoluşçuluğun tanımladığı 
ıstırap budur, üstelik göreceğimiz gibi söz konusu diğer insanlara karşı
 sorumluluğu da belirginleştirir. Bizi eylemden ayıran bir perde olmak 
yerine, eylemin bir koşuludur. 
“Terk
 edilmişlik”ten bahsedersek, yalnızca Tanrı’nın var olmadığını ve onun 
yokluğunun sonuçlarını sonuna kadar belirtmek gerektiğini söylemek 
istiyoruz. Varoluşçular, mümkün mertebe en az şekilde Tanrı’yı bastırmak
 isteyen bir çeşit laik ahlakçılığa karşı çıkar. Fransız profesörler 
laik ahlakçılık için bir formül üretmeye çalıştıkları 1880’lerde şöyle 
bir şey söylemişlerdi: Tanrı gereksiz ve masraflı bir hipotezdir, bu 
yüzden o olmadan yapacağız. Ancak ahlakçıysak, bir toplumumuz ve hukuk 
kurallarına bağlı bir dünyamız varsa, bir takım değerlerin ciddiye 
alınması gerekir; kendilerine bağlanan bir apriori varoluşu gerektirir. Dürüstlük, yalan söylememek, insanın karısını dövmemesi, çocuk yetiştirmek ve dahası zorunlu bir apriori
 olarak düşünülmelidir: bu konuda biraz çalışacağız böylece bu 
değerlerin düşünülebilir dünyada yine de var olmasına rağmen Tanrı’nın 
olmadığını gösterebileceğiz. Diğer bir deyişle, sanırım bu, Fransa’da 
radikalizm denilen her şeye verilen anlamdır; Tanrı yoksa değişen bir 
şey olmaz, dürüstlük, ilerleme ve insanlık kavramlarının aynısını tekrar
 keşfederiz ve bu modası geçmiş Tanrı hipotezinden de kurtulmuş oluruz, 
zaten kendiliğinden çabucak unutulup gidecektir. Varoluşçu bir kimse öte
 yandan Tanrı’nın var olmamasını çok utanç verici bulur, çünkü O’nunla 
birlikte düşünülebilir dünyadaki değerleri bulma olasılığı da yok olur. 
Onu düşünecek mükemmel ve sonsuz bilinç olmadığı için hiçbir iyi a priori
 de kalmaz. Hiçbir yerde, “‘iyi’ vardır, insan dürüst olmalıdır, yalan 
söylememelidir” yazmaz, çünkü yalnızca insanın var olduğu bir 
boyuttayızdır. Dostoyevski şöyle der “Tanrı olmasaydı her şeye müsaade 
edilirdi”. İşte bu düşünce varoluşçuluk için başlangıç noktasıdır. 
Gerçekten de Tanrı yoksa her şeye izin verilir ve insan sonuç olarak 
ümitsizdir, çünkü ne kendi içinde ne de dışarıda güvenebilecekleri bir 
şey bulamaz. Böylece hiçbir mazereti olmadığını anlar. Eğer gerçekten de
 varlık özden önce geliyorsa, kişi asla belli ve mevcut insan doğasını 
referans göstererek eylemlerini açıklayamaz, diğer bir deyişle, 
determinizm yoktur, insan özgürdür, insan özgürlüktür. Öte yandan, Tanrı
 yoksa davranışlarımızı haklı çıkarmak için hiçbir değer ya da emir 
olmaz. Bu nedenle, ne önümüzde ne de arkamızda haklı çıkarmak ya da 
bahane bulmak için bir araç, açık bir değerler alanı yoktur. Gerekçesiz 
yalnız bırakılmıştır. İşte bu insan özgür olmaya mahkûmdur. 
Lanetlenmiştir, çünkü kendini yaratmamıştır, yine de özgürdür ve bu 
dünyaya atıldığı andan beri yaptığı her şeyden sorumludur. 
* J.P. Sartre, Existentialism Is a Humanism, çeviri: P. Mairet, Londra, Methuen & Co., 1984, sf.1-5.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder