FENOMENOLOJİ
 
 
Felsefede Edmund Husserl tarafından kurulmuş olan fenomenoloji 
felsefesi, 20. yüzyılın başlarında pozitivizme ve ampirisizme karşı 
çıkıyordu. Fenomenoloji, felsefenin bilgi, varlık, değer felsefeleri 
gibi alanlarıyla uğraştığı için tümel bir nitelik taşıyordu. Bazılarına 
göre ise bir felsefe akımı olmaktan çok, bir felsefe yöntemiydi. Bu akım
 da diğer felsefe akımları gibi öz-nesne ilişkisinden yola çıkıyordu.
 
Fenomenolojiye göre nesne, öznenin dış dünya ile girdiği ilişkiler 
sonucunda duyu organlarıyla algıladığı bir durum, daha doğrusu bir deney
 verileriydi. Aslında bu bakımdan pozitivizm ve ampirisizmle bir 
farklılık göstermiyordu. Ancak tek tek nesnelerin oluşturduğu nesneler 
dünyası söz konusu olduğunda, pozitivizm ve ampirisizmden farklı bir 
tavır ortaya çıkıyordu. Husserl’e göre nesneler dünyada ancak 
‘rastlantı’ kategorisi ile kavranabilirdi. Yani diğer iki felsefenin 
iddia ettiği gibi, nesneler dünyasında mutlak geçerliliği olan yasalar, 
daha doğrusu doğa yasaları egemen değildiler.
 
Neden-sonuç ilişkisi içinde ele alınan doğa yasaları, Husserl’e göre, 
belli bir takım koşullar altında elde edilen sonuçlar ışığında bir 
kesinlik değeri taşıyorlardı. Koşullar değiştiğinde ise, farklı sonuçlar
 elde edilecek ve doğa yasalarının genel geçerlilik iddiaları söz konusu
 olamayacaktı. Bu nedenle de nesneler dünyası ancak rastlantı 
kategorisiyle kavranabilirdi Hesserl için. Ampirik olarak algılanan 
nesneyi yadsımayarak, tam tersine onu kayıtsız şartsız kabul eder ve 
dünya her türlü kuşku ve yadsımaların üzerinde varolarak, dünyanın bu 
biçimde kabulüne fenomenoloji ‘doğal tavır’ gösterir. Dünyanın 
varoluşunu bu şekilde kabul eden doğal tavır içeriğinde adeta naif ve 
dogmatik bir realisttir. Bu da pozitivizm ve ampirisizm ile buluşan bir 
düşünce oluyor tabi. Bu tavrı aşmak için ikinci bir ‘fenomenolojik 
indirgeme’ diye adlandırılan bir tavır geliştirir. Bu tavır ise 
Husserl’in yapıtlarında ‘parantez içine alma’, ‘etkisiz kılma’, ‘dışarda
 bırakma’, ‘engelleme’, ‘soru konusu yapma’ deyimleriyle 
isimlendirilmektedir. Bu şekilde bir adım daha atar ve bu kez de 
fenomenolojik indirgemeyi özneye yöneltir. Artık özne paranteze alınır. 
Çünkü özne de psişik ben’i, bilinci, öznelliği bakımından nesneler 
dünyasının bir parçasıdır. Özetleyecek olursak, amaç dünyanın özünü, onu
 rastlantısal dış görünüşlerden soyarak ortaya çıkarmaktır. Böylece 
nesneler dünyası için ‘salt öz’ (Eidos), ‘salt varlık’ (Essentia) 
düzlemine erişmek için yapılan eylem gerçekleşir.
 
Yiğit Tuncay.Kasım-1994 tarihli Yeni İnsan Dergisi'nin 26. sayısında yayınlanmıştır. (Yazıdan bir alıntı)
 
Husserl(1859-1938) de, tıpkı Dilthey gibi , felsefi kariyeri boyunca , 
doğa bilimlerinin bilimsel aklının , özellikle ahlaki ve kültürel değer 
alanındaki emperyalist eğilimlerine karşı koymaya çalışmıştır. Buna 
göre, pozitivizmle doğalcılığın [natüralizmin] diğer biçimleri dünyaya 
ve hayata ilişkin değer biçici bir felsefeyi, sadece ve sadece doğa 
bilimi- nin bulgularından ve yöntemlerinden türetmeye kalkışır. Doğalcı,
 değerle ilgili problemlerde, kendi kabullerine göre savunulamayan ve 
dolayısıyla, çelişkiye düşen bilgi iddialarında bulunur.
 
 David West
 
Husserl(1859-1938) de, tıpkı Dilthey gibi , felsefi kariyeri boyunca , 
doğa bilimlerinin bilimsel aklının , özellikle ahlaki ve kültürel değer 
alanındaki emperyalist eğilimlerine karşı koymaya çalışmıştır. Buna 
göre, pozitivizmle doğalcılığın [natüralizmin] diğer biçimleri dünyaya 
ve hayata ilişkin değer biçici bir felsefeyi, sadece ve sadece doğa 
bilimi- nin bulgularından ve yöntemlerinden türetmeye kalkışır. Doğalcı,
 değerle ilgili problemlerde, kendi kabullerine göre savunulamayan ve 
dolayısıyla, çelişkiye düşen bilgi iddialarında bulunur. `Doğalcı 
eğitir, telkinde bulunur, ahlâk dersi verir, reform yapar... Ama, bir 
anlama sahip olmak durumundaysa eğer, her davanın, her vaızın önceden 
varsaydığını reddeder.' Bununla birlikte, o, doğalcılığa karşı olan tüm 
husumetine karşın, doğa bilimlerinin `teorik tavrı'nın başarılarını, 
Sokrates ve Platon'dan başlayarak Galileo ve modern bilime kadar izi 
sürülebilecek olan güçlü `kesin bilim arzusu'nun ürünlerini, üzerlerinde
 ısrarla durarak takdir eder. Husserl için, zan altında bulunan teorik 
tavrın kendisi değildir. Karşı konması gereken şey daha ziyade, kesin 
bilimin, kendi özel alanlarındaki şüphe götürmez başarılarının bir 
sonucu olarak, doğa bilimlerinin yöntemleriyle, başka herşeyi dışta 
bırakacak şekilde özdeşleştirilmesidir. `Tin', doğal dünyanın 
nesneleriyle aynı `varlık' düzeyinde değildir ve aynı açıklama 
kategorilerine tâbi tutulmamalıdır. Doğalcılık bağlamında, Husserl'i en 
çok rahatsız eden şey, tam ve gereği gibi anlaşıldığında, onun içerdiği 
şüphecilik ve rölativizmdir. Husserl, Hegel'in rölativizmi diyalektik 
bir tarih felsefesiyle aşma teşebbüsüyle de ikna olmaz. O, rölativist 
dünya görüşleri felsefesi' (Weltanschaungphilosophie) Hegelci sistemin 
çöküşünün yan ürünlerinden biri olan Dilthey'dan, en aşikâr bir biçimde 
bu bakımdan ayrılır. Gerçekten de, hâkim kültürel atmosferden kısmen 
Dilthey'in rölativizmi ve tarihselciliği sorumlu tutulur. Husserl, 
Dilthey'in, `tarihsel bir bilincin oluşumunun, dünyanın tutarlılığını 
bir kavramlar bütünüyle zorlayıcı bir biçimde dile getirmeyi taahhüt 
eden felsefelerden birinin evrensel geçerliliğine duyulan inancı, 
sistemlerin birbirleriyle olan uyuşmazlıklarını incelemekten bile, daha 
kusursuz bir biçimde yıktığı' açıklamasını aktarır. Husserl Dilthey'ın, o
 anlama ve açıklama, insan bilimleri ve doğa bilimleri düalizmiyle 
yetindiği için, tarihsel bilincin rölativist gücünün karşısında 
yeterince sağlam bir tedbir almayı son çözümlemede başaramadığına 
inanır. Husserl bunun yerine, anlama kategorisinin tek ve eksiksiz bir 
bilen, hisseden ve eyleyen özne felsefesi için yeni bir temel 
sağlayabileceği inancındadır. Onun stratejisi, Dilthey'da olduğu gibi, 
bundan böyle sadece, insan bilimleri için, doğa bilimlerinin evrenselci 
iddialarıyla indirgeyici kategorilerinden bağımsız bir özerk alanı 
güvence altına almak değildir. Doğalcılığa, doğalcılığın kendi 
terimlerine dayanarak saldıran Husserl'in yapmak istediği şey, Dews'in 
de öne sürdüğü gibi, şudur:
 
bir yandan, bilimlerin `nesnelci' gücünü, öznenin kurucu rolüne ilişkin 
bilinçliliğin kültürel bakımdan felaket getirici ihmaline yol açmaktan 
alıkoyarken, ... bir yandan da deneysel bilimlerin kendilerini 
apodeiktik temeller üzerine oturtacak yeni, kesin bir felsefe 
oluşturmak. Bilincin öznesine ilişkin yeni bir kavrayış, ona, hem 
doğalcılığın ve hem de tarihselciliğin iddialarını, Hegelci idealizme 
de, irrasyonalizme de düşmeden, geçersiz kılma imkânı verecektir.
 
Husserl, söz konusu iddialı ruh hâli içinde, dar ve pozitivistik bir 
rasyonalite anlayışına hiçbir taviz vermez. Fakat, o eleştirel 
rasyonalizmgenel eğilimi içinde örtük olarak bulunan, kesin hakikate 
ulaşmaya yönelik yüksek özlemlerden vazgeçme niyetinde de değildir. 
Husserl, kesin bir biçimde temellenmiş bir felsefe ve son çözümlemede 
de, bir ahlâk yaratmaya elverişli bir hakikat ve rasyonalite yorumunun 
peşindedir. O, `önüne geçilmez bir saf ve mutlak bilgi arzusunu (ve 
bununla ayrılmazcasına bir olan, saf ve mutlak değer biçme ve isteme 
arzusunu) beyan eder.Husserl'in stratejisi, şüphecinin silâhlarını 
şüphecinin kendisine çevirmeyi içerir. Kültürel şüphecilik, hem 
doğalcılık ve hem de tarihselcilik bağlamında en temel problem ise eğer,
 şüphecilik aynı zamanda bu probleme verilecek felsefî bir karşılığın 
temellerini de sağlar. Aydınlanma akılcılığının eleştirel ve şüpheci 
tavrı radikalleştirilmelidir. Başka bir deyişle, model hâlâ Descarts'ın 
metodik şüphesidir:
 
Hakikî felsefe biliminin özsel bir özelliği olan radikalizmle birlikte, 
ilerledikçe hiçbir şey i verilmiş kabul etmediğimiz gibi, ne geleneksel 
olan bir şey in bir başlangıç diye geçmesine, ne de, ne kadar büyük 
olursa olsun, bir isim karşısında başımızın dönmesine izin veririz, 
fakat daha çok, kendimizi özgür bir biçimde problemlerin kendileriyle 
onlardan türeyen taleplere vakfederek, başlangıçlara ulaşmanın yollarını
 ararız.
 
Kesin bir felsefe, tüm önkabullerden bağımsız olmalı, hiçbir şey i 
kendinden açık bir doğru olarak görmemelidir. Buna ek olarak, Husserl 
(Descartes, Hume ve Kant'la birlikte,) modern epistemolojinin 
karakteristik başlangıç noktasını, yani, bilinç içeriklerinin bizim 
biricik bilgimizi temsil ettiği kabulünü de benimser. Fakat, Husserl, 
her ne kadar onların farklı yaklaşımları kendisine önemli bazı ipuçları 
sağlasa bile, felsefedeki öncülerinin bilgi problemine getirdikleri 
çözümlerden de hoşnut olmaz. Descartes, doğru bir başlangıç noktasına ek
 olarak, önkabullerden bağımsız kesin bir bilimin temel ilkesini teklif 
ediyorsa eğer, Kant'ın transendental yöntemi de, doğru bir yönteme en 
fazla yaklaşan yöntemi sağlamaktadır. Keza Kant da bizim yalnızca, bize 
göründükleri biçimiyle şeylerin fenomenal dünyasının doğrudan bilgisine 
sahip olabileceğimiz ve `kendilerinde' var oldukları şekliyle, şeylerin 
doğasını bilemeyeceğimiz epistemolojik öncülünden hareket eder. Bununla 
birlikte, Kant duyumların (ya da `sezgilerin'), bizim için tecrübenin 
mümkün nesneleri olmak durumundaysalar eğer, belirli bir biçimde 
düzenlenmeleri gerektiği kavrayışını sergiler. Duyumların tecrübenin 
öznesinin veya zihnin belirli yönlerine uymaları gerekmektedir. Daha 
özel olarak da, tecrübe, nesnel dünyayı bize göründüğü şekliyle 
oluşturan kategorilerle (örneğin, nedensellik ve töz kategorileri) 
düzene sokulmalıdır. Öznenin bu yönleri, nesnel bir dünyaya ilişkin 
tecrübemizi mümkün kılmaları ve söz konusu tecrübeden önce kavranmak 
durumunda olmaları bakımından transendentaldirler. Kant, tecrübenin 
transendental özneleri olarak, dünyayı bu şekilde tecrübe etmek 
durumunda olmamız nedeniyle, zaman ve mekânda, nedensel ilişki içinde 
bulunan bir nesneler dünyasında ikâmet ettiğimizi bilebileceğimize 
inanır.
 
Ama Husserl'i Kant'ın bulduğu çözüm de tatmin etmez.Kant'ta tecrübenin 
öznesi de `tamalgı'nın soyut ve bölünemez bir `birliği'nden daha fazla 
hiçbir şey  olmayıp, sadece `benim' deneyimlerimin kimliği teşhis 
edilebilen bir özne ya da `ben'e yüklenişinin zeminini meydana getirir. 
Kant'ın bu özne anlayışından türettiği şey, doğa bilimi tarafından 
keşfedilen nesnel dünyanın yapısının zorunluluğuna dair bir argümandır. 
Bu `transendental dedüksiyon' bir kez gerçekleştirilince, daha zengin 
bir bilinç ya da tecrübe anlayışına ihtiyaç duyulmaz. Nesnel tecrübe 
imkânını bilimsel bilgi imkânıyla özdeşleştirdiği için, Kant, Husserl'e 
göre, bilinç ve öznelliğin gerçek katkısını gözden kaçıran felsefî bir 
`nesnelcilik'le sınırlanmış kalır. Bir sonuç olarak, Kant hâlâ, 
pozitivizm ve doğalcılığa yardım sunar.Bu eğilimler, Kant'ın felsefedeki
 halefleriyle birlikte, daha aşikâr hâle gelir. Husserl, bu eleştirilere
 karşın, yine de, Kant'ın tecrübemizin oluşumuyla ilgili transendental 
keşfinin takipçisi olmayı teklif eder. O, hâlâ transendental bir 
filozoftur: Husserl, felsefî kariyeri boyunca, `bilmenin öznelliğiyle 
bili- nen içeriğin nesnelliği arasındaki ilişkiyi' araştıracaktır. Bütün
 bilgi, `nesne-kuran bir öznelliğin (leistende Subjektivitdt) 
başarılarına dayanır.' Husserl, Aziz Augustinus'un `hakikat dış dünyada 
bulunmaz; o, insanın içselliğinde ikâmet eder.diktumunu iktibas eder.
 
Husserl, yine de Kant'ın tersine, özne, nesne kavramlarından başka, 
öznenin nesneyle olan `yönelimsel' ilişkisini açıklamak amacıyla 
bilincin doğasının ayrıntılı bir tasvirini ortaya koyarken, tecrübenin 
öznesi üzerinde, daha kararlı ve hatta sabit fikirli olarak yoğunlaşır. 
Husserl, kendi yaklaşımını, psikolojik veya, eleştirmenlerine göre, 
`psikolojistik' bir yaklaşımdan, başlangıçta ayıramadı. Geç ondokuzuncu 
yüzyıl Avrupâ sının doğalcı mizacı açısından, deneysel psikoloji felsefî
 problemlerin bilimsel çözümü için aşikâr yolu sağlamaktaydı. Herşey bir
 yana, psikoloji, bilinçli ya da psişik fenomenleri konu alan bilimsel 
bir araştırmadır ve Husserl, bilincin özünün, epistemoloji bilmecesinin 
anahtarı olduğu sonucuna varmıştır. Husserl, aritmetiğin temelleri 
üzerine olan ilk eserlerinden birine gösterilen tepkinin bir sonucu 
olarak, bilince yönelik kendi yaklaşımını psikolojik bir yaklaşımdan 
ayırd etmek zorunda kalmıştır. The Philosophy of Arithmetic [Aritmetik 
Felsefesi) (1891) başlığını taşıyan eserinde, o, sayı kavramının 
kendileri yoluyla kazanıldığı psikolojik süreçlere ilişkin olarak 
genetik bir açıklama getirir, psikolojizmin bir türü olduğu 
gerekçesiyle, sert bir biçimde eleştirilmişti. Husserl, aritmetiğin 
zorunlu doğrularının doyurucu bir analizini ortaya koymak yerine, onları
 psikolojistik bir yaklaşımla, tecrübeden yapılan olumsal ve 
dolayısıyla, yanlışlanabilir genellemeler statüsüne indirgemiştir 
Zihinsel ya da psişik hâlleri fizikî ya da nörolojik hâllere tekabül 
ettiren deneysel psikolojinin epistemolojinin problemini asla 
çözemeyeceği, Husserl için kısa sürede açık hâle geldi. Doğalcı 
psikoloji, nesnel bir dış gerçeklik olarak doğayı öngerektirir ve 
dolayısıyla da, bir dış dünyanın varoluşu için, döngüselliğe düşmeden, 
kanıtlar sağlayamaz: `Her psikolojik yargı, fizikî doğanın varoluşunu, 
açıkça ya da zımnen öne sürmeyi içerir.' Psikolojik bir epistemoloji, 
yalnızca doğalcılığın başka bir görünümü olmaktan daha fazla bir şey  
asla olamaz.
 
Öte yandan, Husserl, bir yandan bu psikolojizm eleştirilerini kabul 
ederken, yine de, Frege ve diğerlerinin `noetik koşulları' veya 
`bilginin öznel yönünü' ihmal ettiklerini düşündü. Husserl'in, bilincin 
doğasına ilişkin olarak, psikolojizme yenik düşmeden, daha sıkı ve yoğun
 bir inceleme gerçekleştirme teşebbüsü, onun eski hocası Franz 
Brentano'nun (1838-1917) eserinden istifade eder. Psychology from an 
Emprical Standpoint [Empirik bir Bakış Açısından Psikoloji] (1874) adlı 
eserinde, Brentano, zamanının deneysel psikolojisinin bilincin özgül ve 
ayırıcı özelliklerini yakalamada kaçınılmaz olarak başarısızlığa 
uğradığını savunur. O da, bilince ilişkin bilgiyi, psikologun kendi 
zihin hâllerine ilişkin gözlemden türetmeye çalışan `içebakışsal' 
psikolojiye, aynı şekilde şüpheyle bakar. İçebakışsal psikoloji, fizikî 
olaylara ilişkin gözlemle psikologun kendi zihin hâllerine ilişkin 
içebakışı arasındaki özsel farklılığı görebilmeyi başaramaz. Zihinsel 
fenomenler söz konusu olduğunda, gözlemleme edimi, kaçınılmaz olarak 
nesnesini tahrif eder: `O, diyelim ki kızgınlığımızı gözlemleme 
-dikkatimizi onun üzerinde yoğunlaştırma- teşebbüsümüz, onu hemen 
çarpıtır, der. İçebakışın güvenilirliği de, dış gerçekliğe ilişkin 
bilgimizde olduğu gibi, tanım gereği, başka gözlemciler tarafından 
denetlenemeyen bir şey dir. Husserl'in de ifade ettiği gibi, psikolojik 
fenomenler `kendilerini tecrübede, çeşitli şekillerde değişen "öznel 
görünüşlere" göre sunma' imkânı olmayan saf fenomenlerdir.
 
Brentano, bunun yerine, zihinsel fenomenlere ilişkin `algı'yla `gözlem' 
arasındaki bir ayrıma dayanan `tasvirî psikoloji' adını verdiği 
psikoloji türünü teklif eder. İçebakışçı psikolog, sadece kendi zihin 
hâllerini gözlemler. Psikologun gözlemi, nesnesi olarak ilk zihin hâline
 sahip, ve, görmüş olduğumuz gibi, özü itibariyle güvenilmez olan, ilâve
 bir zihin hâline eşittir. Oysa algı, her zihin hâline eşlik eden ya da 
her zihin hâlinin bir ögesi olan ve dolayısıyla, bu problematik ilâveyi 
içermeyen bir şey dir. Passmore'un yararlı açıklamasına göre, `her 
zihinsel edim kendisini doğrudan doğruya "ikinci nesnesi" olarak -bir 
"görünüş" olarak, veya zihinsel edimin gerçek karakterinin kendisinden 
çıkarsanmak durumunda olduğu bir şey  olarak değil, fakat tam tamına 
zihinsel edimin gerçekte olduğu şey olarak- algılar.' Algı, psikolog 
için, `konusunu meydana getiren gerçekliklerin dolayımsız bir idrakini' 
sağlar. Brentano, bununla alakalı (ve daha anlaşılır) olan, bilincin 
`yönelimselliği' ilkesini, içinde bir rahip olarak yetiştiği, skolastik 
gelenekten türetir. Buna göre, `bir nesneye yönelmiş olmaları', bir 
`içerik' ya da `nesneye gönderimde bulunmaları' zihinsel ya da psişik 
fenomenlerin ayırıcı bir özelliğidir:
 
Her zihinsel fenomen, her ne kadar hepsi bunu aynı şekilde yapmasa da, 
kendi içinde nesne olarak bir şey i içerir. Sunumda bir şey  sunulur, 
yargıda bir şey  tasdik ya da inkâr edilir, aşkta sevilir, nefrette onun
 kendisinden nefret edilir, arzuda arzulanır, vs.... Bu yönelimsel 
varoluş, salt zihinsel fenomenlere özgü bir özelliktir. Hiçbir fizikî 
fenomen buna benzer bir şey  sergilemez. Büyük halamı anımsar, boğadan 
korkar ve bir kitap yazmaya karar veririm -bu örneklerden her birinde, 
zihin hâli, `büyük halam', `boğa' ve `bir kitap yazma' deyimleriyle 
gösterilen belli bir nesne ya da içeriğe yapılan gönderim olmadan 
betimlenemez. Yönelimsel nesnenin dünyadaki fizikî bir şey le (örneğin, 
`boğa'yla) aynı olmaması hususu, önem taşır. Bu, nesneleri, yıkılmış 
binaları, David Copperfield'i, tek boynuzlu at şeklindeki hayvanları 
veya dört kenarları üçgenleri düşündüğümüzde, varolan şeylere tekabül 
etmeyen, hatta edemeyen zihin hâllerinde açıklıkla ortaya çıkar. 
Sayılarla, mantıksal bağıntılarla ve kızgınlık, yaratıcılık veya 
kıskançlıkla ilgili düşünceler de benzer problemlere yol açar. Brentano,
 zihinsel edimlerin nesnelerinin özel statüsünü betimlemek amacıyla, 
onların bilinçteki `yönelimsel varoluşları'ndan veya `içkin 
nesnellikleri'nden söz eder. Bununla birlikte, o bir yandan da, `fizikî 
fenomenlerin bile yalnızca "zihinde" varoldukları düşünülür' mealindeki 
cümlelere ilişkin yanlış bir idealist yorumdan sakınmaya özen gösterir. 
Zihin hâllerinin, sayılar, bağıntılar, tümeller ve varolması imkânsız 
nesneler türünden, soyut nesnelerinin varlık statüsüne dönük bu ilgi, 
Husserl'in aritmetik ve matematiğin temelleri konusundaki çalışmaları 
için itici bir güç sağlamıştır. Husser, Brentano'nun tasvirî psikoloji 
anlayışını, epistemolojik problem için tek münasip yaklaşım olarak 
gördüğü şeye uygular. Bu, şüphe götürmez tek şey olarak bilincin 
kendisine ilişkin incelemedir. `Nesne kuran öznellik' olarak bilincin 
doğasını anlamak için, `saf' ya da `transendental' bilinç alanına girme 
gereği duyarız, öyle ki dünya bundan sonra, `tüm özsel yönleriyle... ve 
önyargısız' tasvir edilebilsin. Husserl`in terimleriyle, bizim bilinci 
`fenomenolojik olarak' ya da diğer bir deyişle, göründüğü şekliyle veya 
saf fenomen olarak incelememiz gerekmektedir. Aynı zamanda, 
düşüncelerimizin normalde kendilerine gönderimde bulundukları düşünülen,
 dış dünyadaki fizikî nesnelerin varoluşuyla ilgili her tür kabulden 
titizlikle kaçınmalıyız. Bu ise, `doğal tavrın paranteze alınmasını' 
(epokhe) , fizikî dünyadaki olaylara ilişkin doğal bilimsel 
açıklamalarda ve sağduyunun yorumlarında ortaya çıkan varoluş, 
nedensellik, vs., ile ilgili kabullerin askıya alınmasını içerir. 
Fenomenoloji, doğal tavrı paylaşanlar olarak bizleri, bilince gerçekten 
verilmiş olanları, normal olarak kabul ettiklerimizden süzerek çıkarmaya
 teşvik eder. Bu noktada, Husserl'in, Kartezyen kabulleriyle Descartes'a
 duyduğu hayranlığın telkin edebileceği gibi, şüpheciyi şüphe edilemez 
bir takım temeller tespit ederek cevaplamaya kalkışmadığını vurgulamak 
gereği vardır. O, bundan ziyade, daha yeterli bir bilinç kavrayışının 
şüpheci argümanın etkili olmasını engelleyeceğine inanır. Husserl, 
Brentano’ nun psikoloji görüşünün fenomenoloji projesinin makul bir 
proje olduğunu ispat ettiğini düşünür. Fenomenoloji, Brentano'nun 
terimleriyle konuşulduğunda, gözlemden çok algıyı ihtiva eder. 
Fenomenoloji, içebakışsal psikolojinin başka bir versiyonu değildir. 
Fenomenolojist, fiilî bilinç akışının bireysel zihnî bileşenlerini 
gözlemlemez. O, zihinsel fenomenlerin `öz' ya da `eidos'unu `sezgi 
yoluyla bilir. Eğer bu doğruysa, bilincin ayırd edici varlığına dair tam
 bir açıklamanın önünde aslî hiçbir engel almaz, zira öz olarak zihinsel
 fenomen tam tamına olduğu gibi görünen şeydir. O, görünüş ve 
gerçekliğin birbirinden ayrıığı gündelik fizikî varoluş düzeninin bir 
parçası değildir. Öz olarak zihin hâli, saf fenomen ya da görünüştür. 
Skolastik terimlerle ifade edildiğinde, zihinsel fenomenlerin 'varoluşu 
(Dasein ya da existentia) yoktur, fakat onların yalnızca, 
gözlemlenebiliyorlarsa eğer, en azından sezgi yoluyla bilinen bir özleri
 (essentia ya da Sosein) vardır: `Eğer fenomenlerin doğaları yine de, 
dolayımsız bir görmede kavranabilen ve doyurucu bir biçimde 
tanımlanabilen bir özleri vardır... Sezgi özü özsel bir varlık olarak 
kavrar, ve orada-olmayı hiçbir şekilde öngerektirmez. Bilinç, saf 
fenomen olarak ya da "eidetik bir tarzda' sezilebilir.
 
Fenomenolojinin yöntemi, gerçekte bilinç fenomenlerinin `kendi 
başlarına, saf içkinlikteki' saf sezgisi (ya da `' veya `öz analizi') 
yöntemidir. Bakışın, doğal tavrın istediği şekilde, deneyime, bir insan 
ya da bir hayvanın içsel,bir duygu hâli olarak, söz gelimi haz 
tecrübesine yöneltildiği psikolojik bakış açısının tersine, 
fenomenolojik görüş noktasında, `bakış, bir mutlak tecrübenin kendi 
içsel ve öznel akışı içinde tamalgısını veren mutlak saf bilinç üzerine 
bir refleksiyona yöneltilir. Husserl`in fenomenolojik yöntem bağlamında 
kullandığı teknik terimler, şöyle ya da böyle, herkesçe pek 
anlaşılabilir olmayan terimler olsa bile, onun verdiği örnekler her 
zaman bu şekilde insanın gözünü korkutacak cinsten değildir. Buna göre, 
bize ses ve rengin özlerini birbirlerinden ayırt etme olanağı veren şey,
 saf ya da dolayımsız sezgidir. Fenomenoloji, bu örneğin de telkin 
ettiği gibi, aynı zamanda Husserl'in tümeller problemine getirdiği 
çözüme tekabül eder. `Nesne-kuran öznellik' olarak bilinç üzerinde 
odaklaşma, belirli kavramları kullanma yeteneğimize empirizm tarafından 
tercih edilen açıklama türü- ilişkin `nominalist' yorumların kaçınılmaz 
olarak döngüsel olduğu kabulünün diğer yüzüdür. Kavramları kullanma 
yeteneğimizle ilgili nominalist yorumlar, deneyimden hareketle genelleme
 yapma yeteneğimize dayanır. Diyelim ki, belli bir rengi olan nesnelere 
ilişkin bir dizi duyumu tecrübe ettikten sonra, söz konusu rengin 
kavramını = kırmızı' tümelini- kazanırız. Fakat nominalizmi 
eleştirenlerin uzunca bir süreden beri işaret ettikleri gibi, kırmızı 
nesnelerin ne kadar çok duyumuna sahip olursak olalım, önceden kırmızı 
nesneleri birlikte sınıflama yeteneğine sahip olmadıkça ya da bir diğer 
deyişle, tüm kırmızı nesnelerin ortak olarak kırmızılığa sahip 
olduklarını bilmedikçe, kırmızı kavramını kazanamayız. Ama bu, bizim 
kırmızı kavramına zaten sahip olduğumuzu varsayar. Husserl'in yaklaşımı 
en azından, dikkatimizi bilincin bu başarısı üzerine odaklaştırma 
avantajına sahiptir.
 
Fenomenolojik yönteme ilişkin daha ayrıntılı bir betim, Husserl'in 
önkabulleri olmayan bir felsefe anlayışı, yönelimsellik ve saf öz olarak
 bilincin ayırd edici varlığı arasında bulduğu ilişkiyi aşikâr hâle 
getirir:
 
bilgi teorisi herşey bir yana, bilinçle varlık arasındaki ilişkiyle 
ilgili problemleri araştıracaksa eğer, onun önünde, yalnızca bilincin 
karşılığı, bilince özgü bir tarzda `yönelinmiş', yani algılanmış, 
anımsanmış, umulmuş, resimsel olarak tasarlanmış, imgelenmiş, 
tözleşleştirilmiş, inanılmış, düşünülmüş, değer biçilmiş, vs., bir şey  
olarak varlıklar vardır. Bu nedenle, araştırmanın bilince ilişkin 
bilimsel, özsel bir bilgiye, ayırd edilebilir tüm biçimleri içinde, 
bilincin kendisinin kendi özüne göre olduğu şeye doğru yöneltilmiş 
olması gerekir. Bununla birlikte, araştırma aynı zamanda, bilincin 
nesnel olana farklı yönelme tarzlarına olduğu kadar, bilincin `anlatmak 
istediği' şeye doğru da yöneltilmelidir. Burada, bilincin `anlatmak 
istediği' şeye yapılan gönderme, Dilthey'ın zihin ya da tini ve onun 
nesnelleştirimlerini anlamak için hermeneutik yöntemi kullanmasını 
anımsatır. Fenomenoloji, herşeye karşın, hermeneutiğin kavramlarını 
anımsatan kavramları, daha belirgin bir biçimde felsefî olan amaçlar 
için kullanır. Husserl dış dünyaya ilişkin algı ve bilgimizin, hatta en 
temel mantıksal ve matematiksel kategorilerimizin bile, fenomenolojik 
olarak, anlamlar dünyasında temellendirilmesi gerektiğini savunur. 
Bilinç içerikleri, daha tipik bir biçimde empirik gelenekte olduğu gibi,
 doğrudan doğruya maddî nesnelerin `şey-benzeri' dublörleri olarak 
(gerçekte şeylerin, `zihinde' bulunan `kopyalan' ya da etkileri, veya 
`ideleri' veya `izlenimleri' ya da `duyu verileri' olarak) 
şeyleştirilmek yerine, bir özler ya da anlamlar düzenine göre 
anlaşılmalıdır. Bu bakımdan Hume; fenomenolojinin sahasına çok yaklaşır,
 ama empirist psikolojinin yasağı dışına çıkamaz `Locke'un okulundarı, 
psikolojinin sahasına neredeyse giren, fakat gözleri körleşen, 
psikolojik bir filozoftur.
 
Husserl'in kesin bilim olarak felsefe programı, aşikâr keskinlik ve 
yaratıcılığına rağmen, daha iddialı hedefleri hayata geçirmede 
güçlüklerle karşılaşır. Husserl'in doğrudan doğruya `şeylerin 
kendileriyle başa çıkma yönündeki giderek gelişen teşebbüslerinin 
soyutluğu ve muğlaklığı da, her hâlde ironiktir. Saf fenomenoloji 
projesini hayata geçirme güçlüğü, Husserl'in, The Crisis of European 
Sciences and Transcendental Phenomenology [Avrupa Bilimlerinin Krizi ve 
Transendental Fenomenoloji] 'de toplanmış olan, son konferans ve 
yazılarından bazılarına yansır. Hitler'in nasyonal sosyalistlerinin 
Almanyâ da iktidarı ele geçirmelerinden sonra kaleme alınmış olan bir 
yazıda, Husserl, kendisini hayatı boyunca meşgul etmiş olan konulara 
geri döner. Olgusal bilim, bilim idesinin saf olgusal bilime 
pozitivistik indirgenişinin bir sonucu olarak, insanî değerleri, insanın
 özgürlüğünü açıklamak ya da aklı akıldışından ayırmak suretiyle 
temellendirmeye muktedir değildir. Hem nesnelci doğa bilimleri ve hem de
 değerden bağımsızlık düşünce- sine sadık kalan insan bilimleri 
anlamında, bilimsel akıl, `ilke olarak tam da, en mutsuz zamanlarında en
 meşûm bunalımlara teslim olan insanın fazlasıyla nazik olduğunu 
düşündüğü soruları, bütün bir insan varoluşunun anlam ya da anlamsızlığı
 sorularını ihmal eder. İşte bu anlam kaybı, şimdi daha çok kendisini 
bilim pratiğiyle açımlayan `yaşama-dünyası' arasındaki bir uçunımla 
ifade edilir.
 
Pivcevic'in de ifade ettiği gibi, `bilimin anlamı konusundâ yaşanan 
karışıklık, bilimin tarihsel insanî bağlamından koparılmış olmasının bir
 sonucudur.' Bu koparılışın bir sonucu olarak, insanî dünyanın bizatihi 
kendisi bizim için giderek daha anlaşılmaz hâle gelir: `Modern bilim, 
her ne kadar doğayı daha iyi anlamamıza ve ona daha başarılı bir biçimde
 egemen olmamıza yardım ediyor olsa da, dünyamız olarak dünyayı bizden 
gizleme eğilimindedir.
 
Husserlin Avrupa bilimlerinin krizi karşısındaki tepkisi, şimdi her tür 
düşünce ve eylemin temel önkabulü olarak yaşama-dünyasının rolü üzerinde
 odaklaşmaktır. Özellikle bilim ve felsefe, `önkabullerin sorgulanmamış 
bir zeminine', yaşama dünyasını meydana getiren gayri-refleksif 
kabullerin, değer ve pratiklerin bir arkaplanı üzerinde sürdürülen 
faaliyetler olarak anlaşılmalıdır. Tüm felsefî ve bilimsel 
araştırmalarda, bizi kuşatan yaşama dünyasının -içinde her birimizin (şu
 anda felsefe yapmakta olan benim bile) kendi varoluşumuza bilinçli 
olarak sahip olduğumuz çevremizdeki dünyanın- varolduğu peşinen kabul 
edilir; bilim adamları ve teorileriyle birlikte, bu dünyadaki kültürel 
olaylar olarak, bilimler de buradadır. Biz bu dünyada, yaşama dünyasının
 nesneleri anlamında, nesneler arasındaki nesneleriz, yani bir şey lerin
 ister fizyolojide, psikolojide ya da ister sosyolojide, bilimsel olarak
 ispatlanmasından önce, deneyimin aşikâr kesinliği içinde, şurada ya da 
buradayız. Öte yandan, bizler bu dünya için özneleriz, yani onu tecrübe 
ve temaşa eden, ona değer biçen, onunla amaçlı bir biçimde ilişki kuran 
ben-özneler olarak varız...
 
Pozitivizm ve olgusal bilim, eskiden~hayatlarımızı kendilerine 
dayandırdığımız bu teori öncesi kesinlikleri, bize daha bilimsel ya da 
daha kesin bir alternatif sağlamadan alt üst eder. Yaşama dünyasına 
ilişkin daha kesin bir felsefî kavrayıştan yoksun bulunmaktayız. Hakikî 
felsefeye düşen görev, bilimle yaşama dünyası arasındaki uçurumu 
kapatacak böylesi kesin bir kavrayışı hazırlamaktır. Husserl, 
`yaşama-dünyasının' özüne ilişkin felsefi bir analiz gerçekleştirirken, 
fenomenolojik yöntemi bu göreve koşabileceğine inanır. Bununla birlikte,
 bilen öznenin başarıları için öznelerarası geçerli ve tarihsel olarak 
konumlanmış bir arkaplan olarak yaşama dünyası görüşünü, Husserl'in ilk 
fenomenoloji formülasyonlarının temelinde bulunan transendental bilincin
 perspektifiyle bağdaştırmak zordur. Husserl'in son dönemin verimi olan 
eserlerinde, transendental fenomenolojinin teorik çerçevesinin ötesine 
gitmeye başladığı söylenebilir. Husserl'in ihtiraslı epistemolojik 
iddiaları ve transendental fenomenolojinin, yeni yaratılmış terimlerin 
amansız bir çoğalışı ve zaman zaman da anlaşılması güç ayrımlarıyla 
seçkinleşen incelikle işlenmiş donanımı, en sonunda yeni izleyiciler 
buldu. Muhtemelen Husserl'in, şeylerin kendilerine geri dönme, `bilim ve
 felsefeden önce' var oldukları şekliyle şeylerin kendilerine geri gitme
 düşüncesinin yaratıcı bir düşünce olduğu ortaya çıktı. Bubnel in de 
söylediği gibi, `fenomenolojinin mirası, şu hâlde, uzun bir süre 
boyunca, Husserl'in sisteminin tanımlanmasından değil de, felsefe yapma 
işi karşısında alınacak belli bir tavırdan meydana gelir. Buna göre, 
örneğin Maurice Merleau-Ponty'nin (1908-1961) eserinde, bilinç 
içeriklerinin fenomenolojik bir tasviri ve deneysel psikolojiye yönelik 
özgün bir eleştiri, bedene, algıya, cinsellik ve cinsiyete ilişkin 
felsefi tartışma için etkileyici bir temel sağlar. Max Scheler 
(1874-1928), Husserl'in entellektüalizminin tersine, duyguların, ve 
irâdenin, ahlâkî ve öznelerarası olanın önemini vurgular. Onun 
fenomenolojik antropolojisi, ben ve ötekinin karşılıklı bağımlılığına, 
ve salt bilen özneden daha fazla bir şey  olarak, bir kişi kavramına 
dayanır. Alfred Schütz (1899-1959), sağduyunun gündelik hayatla ilgili 
önkabullerine ilişkin sosyolojik bir araştırma için yaşama-dünyası 
kavramını benimser. Ama Husserl ve de Dilthey'in düşüncelerinden 
bazıları, en verimli devam ve gelişimlerini, hepsinden önemlisi 
Heidegger'in `ontolojik hermeneutiği'nde bulur.
 
 Kıta Avrupası Felsefesine Giriş- Husserl ve Fenomenoloji- David West- Türkçesi: Ahmet Cevizci-Paradigma yayınları-1998 
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder