LİBERALİZM
İng. Liberalizm
Fr. libéralisme,
Alm. Liberalismus,
es. t. Serbestiyet
Gerek ekonomi felsefesinde gerekse siyaset felsefesinde devlet, toplum
ve birey arasındaki tüm ilişkilerde bireyin hak ve özgürlüklerini öne
çıkaran; her bireyin vicdan, inanç ve düşünce özgürlüğünün tanınması
gerektiğini savunan ekonomik ve siyasal öğreti. Bu bağlam- da, devletin
ekonomiye müdahalesinin en alt düzeye çekilmesi gerektiğini savlayan,
daha ideal olanın ise devletin bireyler, sınıflar ve uluslar arasındaki
ekonomik ilişkilere hiçbir şekilde karışmaması olduğunu öne süren ve
somut anlatımını "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" "Laiseez
faire laisez passer"; savsözünde bulan öğreti,iktisadl liberalizm diye
adlandırılırken; devlet yetkesinin her anlamda ve her alanda
kısıtlanması, bu yetkeyi elinde tutanların toplumun yapıtaşları
bireylerin yaşamlarını nasıl yönlendireceklerine herhangi bir gerekçe
ileri sürerek hiçbir şekilde karışmaması gerektiğini savunan, devletin
toplumsal ve kültürel yaşamın düzenlenmesinde hiçbir belirleyici rol
üstlenmemesi gerektiğinin altını koyultarak çizen ve somut anlatımını
"En iyi hükümet en az hükümet edendir" sav- sözünde bulan öğretiye ise
siyasal liberalizm denmektedir. Siyaset felsefesi, liberal siyaset
kuramı ile yakından ilişkili özgürlük, hoşgörü, kişisel haklar, kurumsal
demokrasi ve hukuk yasaları gibi ilkelerin felsefece dayanaklarını
inceler. Liberallere göre, siyasal kuruluşlar siyasal ve toplumsal
çıkarlardan bağımsız olarak kişisel çıkarların korunmasına ve
sağlanmasına yaptıkları katkılar bağlamında meşrulaşırlar.
Liberal düşünürler, gerek her toplum ve kül- türün kendi sonunu kendi
içinde taşıdığı düşüncesine gerekse siyasal ve toplumsal kuruluşların
insanı daha iyiye doğru dönüştürme gibi bir amaç taşımaları gerektiği
görüşüne karşı çıkarlar. Liberal felsefecilere göre, maddi olsun manevî
olsun her kişinin kendi amaçları vardır ve bu amaçlar başkalarınınkiyle
doğal olarak uyum içinde olmadığından bireylerin a- maçları uğruna
neleri yapabilecekleri ile başkalarının amaçlarını hangi bakımlardan göz
önüne almaları gerektiğini belirleyen kurallar belirlenmelidir. Bu
bağlamda siyaset felsefesinin yapması gereken, bir yandan bireylerin
ayrı ayrı isteklerine yanıt veren, bir yandan da toplumu güvence altına
alan bir yaşam biçimi tasarlamaktır. Liberalizm ile felsefesi, "sol"
tarafından refah ve iktidarın birkaç kişinin elinde toplanmasına karşı
hiçbir savunması olmayan ve insanın toplumsal ve siyasal doğasına
ilişkin herhangi bir çözümlemeden yoksun "özgür pazar ideolojisi"
olmakla eleştirilir. Liberalizme yöneltilen bir başka temel eleştiri de
liberalizmin toplumsal etkeni arka plana iterek toplumlardan ayrı
bireylerin ya da soyut kuralların bulunduğunu kabul etmesidir.
"Sağ"ın liberalizme yönelik en temel eleştirisi ise yerleşik kurumlara
ve geleneklere duyarlı olmaması ve bireysel özgürlüğün artırılmasında
toplumsal yapılara ve sınırlamalara gereksinim olduğunu göz ardı
etmesidir.
Felsefe Sözlüğü-Bilim ve Sanat Yayınları -2002
LİBERALİZM
Siyaset Felsefesi Sözlüğü
Philippe Raynaud
Çev: Necmettin Kamil Sevil
Uzun bir süre, yeterince uzgörüşlü olmayan kişilere bir felsefe gibi
görünen liberalizm, XX. yüzyılın ikinci yarısında dikkate değer bir
yenilenme geçirdi. Yakın bir geçmişe değin "burjuvazi";nin özlemlerinin
dile getirilmesi gibi görülen bu doktrine duyulan ilginin yeniden
canlanması, her şeyden önce Batı’da XVIII. yüzyılın sonunda doğmuş olan
topluma ilişkin bütüncül bir seçenek önerisi getirme savında olan
siyasal ve ideolojik akımların tükenmesinden kaynaklanır; "tutucu"; ve
"köktenci"; hareketler hala varlığını sürdürmektedir, ama Karşı-Devrime
özlem duyanların ya da Sosyalist Devrime körü körüne bağlı olanların bir
süre önce yaptığı gibi, artık özünde farklı bir toplum vaadinde
bulunmazlar.
Sonuçta, Batılı demokrasilerin siyasal evrimi, liberal geleneğin ana
düşüncelerinden birçoğunun ("insan hakları";, bir checks and balances
sistemi sayesinde egemenliğin sınırlandırılması, "sivil toplumun";
özerkliği, vd.) genel bir biçim de yeniden elden geçirilmesine yol açtı,
ama ideolojideki bu değişim, hem iç uyum hem de doktrinal kimliğe
dayalı, modern toplumların mantığının belli bir biçime aktarılmasına
indirgenemeyen liberalizm felsefesi sorununu tek başına çözmeye yetmez.
Eğer liberal felsefe çağdaş tartışmalarda bir yer tutmayı sürdürüyorsa
bunu, Raymond Aron, Friedrich A. Hayek, Bertrand de Jouvenel ya da daha
yakın bir dönemde düşüncesi Avrupa komünizminin çöküşünden önce
biçimlenmiş olan Robert Nozick gibi yazarlara borçludur ve bu durum da,
özellikle, minimum bir uzlaşmanın ötesinde liberal savların geçerliğini
temellendirebilecek -ya da kapsamını sınırlayacak-gerekçelerin sorunsal
olma niteliklerini hala korumuş olmalarıyla açıklanır. "Liberalizm";e
özgünlüğünü kazandıran yan, hem modernliği tanımlayan düşüncelerin
ayrıcalıklı bir anlatım yolu hem de bunlardan kaynaklanan dünyada özel
bir akım olmasıdır; çağdaş tartışmaları incelemeden önce bu çifte
kimliğin iyice anlaşılması gerekir.
Liberal felsefe ve modernlik
Klasik biçimi altında liberalizm, XVII. yüzyıl İngiltere’sinde
"mutlakiyetçi"; ve Stuartların Katolik yanlısı eğilimlerine düşman
güçlerle sıkı sı kıya bağlantılı bir biçimde gerçekleşti. Demek oluyor
ki liberalizm kökeninde polemik, klasik Avrupa içinde hem
mutlakiyetçiliğin gelişiminin hem de topluma egemen olmak için farklı
Kiliselerin çabalarının damgasını vurduğu azınlıkçı bir akımdır. Ama
yine de, liberal düşüncenin daha baştan modern düşüncenin merkezin de
yer alan eğilimleri -ve bundan kaynaklanan siyasal deneyimi-dile getirip
keskinleştirdiği gözlemlenebilir.
Batı Avrupa’da Reform hareketi ile Aydınlanma Çağı arasında aynı anda
hem yeni bir siyasal varoluş biçimi hem de yeni bir düşünce biçimi
doğmuştur. Bu dönemde, Fransız "mutlak monarşisi"; içinde örnek bir
biçimde somutlaşan monarşik ulus-devlet biçimi, kendini kabul ettiren
siyasal biçim olmuştur; ama bu biçim aynı zamanda İngiltere’de, VIII.
Henri’nin gerçekleştirdiği Anglikan kilisesinin "ulusal"; kurtuluşunu da
esinlemiştir. Ana çizgileriyle, bu siyaset biçiminin başarısının,
"papa"; ile "imparator"; arasındaki sürtüşmeyi (Orta Çağ’da cismani
erkle ruhani erk arasındaki karşıtlıkla dile gelen) sınırlandırarak
çözümlemesinden kaynaklandığı söylenebilir.
Fransa’da olduğu gibi Katolikliğini öne sürdüğünde bile, monarşik erk,
gücül olarak siyasal yetkenin papalık üzerindeki üstünlüğünü var sayar
ama, İmparatorluğun tersine, evrensel egemenlik savını gütmez; modern
mutlakiyetçi ligin gücü, savlarının böylece önsel bir biçimde
sınırlandırılmasından kaynaklanır. Bu da kendisine "Kilisenin
evrenselliğini ele geçirmek için girdiği sürtüşmeye bir sınır getirir";
(E Manent), ama aynı zamanda cismani işlerin özerkliğini yeni bir güçle
öne sürmeye olanak tanır. Demek oluyor ki "Modern Devlet"; bugünkü
koşullarda "Hıristiyan";dır (çünkü tinsel işlevler üstlenmek zorundadır)
ama gücül olarak "laik";tir de (çünkü, siyasal erkin tinsel erk
karşısındaki üstünlüğünü varsayar) Ama doğmakta olan modernlik, eski bir
soruna ("Tanrıbilimsel sorun"
yeni bir çözüm getirmekten başka bir şey üretmemiştir:
Ayrıca, felsefe ve düşüncenin genel bir dönüşümüyle de tanımlanır. Orta
Çağ sonu adcılığıyla başlayan ve antik evrenbilimin çöküşüyle modern
bilimin gelişimini de beraberinde getiren Aristotelesçiliğin çöküşü, bu
değişimin en bilinen görünümünü sunar ama aynı zamanda siyasal etkiler
de taşır ve bunların en önemlisi, belki de, özellikle insanın
eylemlerine yükleyebileceği amaçlara yönelik yeni bir kuşkuculuk türünün
ortaya çıkmasıdır. Bu dönüşüm tam anlamıyla özellikle Hobbes ’da ortaya
çıkar: Sivil erkin üstünlüğünü, eylemin amaçlarına yönelik hiyerarşi
konusundaki kararsızlık oluşturur ("autoritas non veritas facit legem"
,
ama bu hiyerarşinin kendisi de, bireylerin "yükümlülükleri";
karşısındaki "haklarının"; "doğal"; üstünlüğü (siyasal kurumun
oluşturulmasıyla aşılması amaçlanan durum) tarafından temellendirilir.
Dolayısıyla modern siyaset, toplumun dinsel yetke karşısında aşamalı bir
biçimde özgür kalmasından doğar; bu da eşanlı bir biçimde Devlet’in
güçlendirilmesiyle ve kısa bir süre sonra "insan hakları"; olarak
adlandırılacak kavramın bilincine varılmasıyla ortaya çıkar.
Liberal düşünce, gücünü, modern Devlet içinde insan özgürlüğüne engel
oluşturabilecek her şeyi eski "baskıcı"; örgütlenim içine katarak bu
siyasal dönüşümlere eşlik eden yeni eğilimleri bilinçli bir biçimde dile
getirmesinden alır. Dinsel düzlemde, bu durum "vicdan"; hakları
üzerinde durulmasıyla dile gelir: Devlet, yalnızca Kilisenin
himayesinden kendisini kurtarmak zorunda değildir; kurtuluşunu, her
birey için genel bir güvencenin aracı, algıladığı biçimiyle kurtuluşunu
elde etme hakkı durumuna getirmesi gerekir (Amerikan Bağımsızlık
Bildirgesi’nde yer alan ‘mutluluğu arama"; hakkının anlamı da budur).
Siyasetin amaçları bakımından, liberalizm Devletin yapaycı ya da
sözleşmeci düşüncesinden öze ilişkin sonuçlar çıkarır: İnsanlar
güvenliklerini ya da haklarını güvence altına almak için Devleti kendi
elleriyle kurduklarına göre, Devletin onları tehdit etmek veya
özgürlüklerini tehlikeye atmak gibi yetkisi olmamalıdır ve dolayısıyla
"egemenlik"; insan hakları ya da yurttaş "hakları";yla sınırlı
olmalıdır. Bu kuram, kurumların örgütlenmesi konusunda kendi başına
önemli sonuçlar içerir: Bu kurumlar "Örnek"; oluşturmalı ve "hukuk";un
ya da "yasanın"; egemenliğini (rule of law) elverişli kılmalıdır
(meclislerin ve yasama yetkisinin yeniden değer kazanmasının nedeni
buradan kaynaklanır) ve bunlar, aralarından hiçbirinin kendini mutlak
yetkeyle donatamayacak biçimde düzenlenmesi gerekir (checks and
balances, frenler ve karşı- güçler düşüncesi buradan kaynaklanır). Önce,
Locke ’un siyaset felsefesini, mutlakiyetçiliğin en büyük kuramcısının,
yurttaşı Hobbes ’un siyaset felsefesiyle karşılaştıralım. Sonuçlar
bakımından bu iki doktrin birbirleriyle tümden karşıtlaşır: Hobbescu
sözleşme, "Léviathan"; ı mutlak bir erkle donatır; bu erkin karşısında
yasal hiçbir direniş yoktur (kaçış ya da sürgün dışında), buna karşın
Locke’a göre güven sağlama almak için mutlak bir krala boyun eğmek,
"tilki"; ya da "kokarca";dan kaçmak için "aslan";a sığınmak denli
çılgınca birşeydir (Second Treaty of Government, s. 93). Ama, yine de
her iki felsefe arasında, ilkelerinin yakınlığından kaynaklanan ve
bunları göründüğü kadar uzak olmayan temel konumlara yönlendiren belli
bir düşünsel yakınlık vardır.
Önce, her iki yazarda da "sivil hükümet"; in kapsam ve yetkesini
belirleyen "doğal durum"; kuramını ele alalım. Hobbes’un doğal durumu,
bireylerin istekleri arasındaki sürtüşmeden doğan, herkese karşı verilen
bir savaş durumudur. "Doğal yasa"; nın rolü, burada, insanları "doğal
durumları içinde üzerlerine çöken tehditlerden kurtulmalarına fırsat
tanımasıdır.
Tersine, Locke’ta doğal durum oldukça uyumlu bir durumdur (insana
Yaratan’ına boyun eğmeyi ve benzerlerini korumayı buyuran), "doğal
yasa";dan kaynaklanan dayanışma kurallarınca yönlendirilir. Ama
görünüşte sorunsuz olan bu durum, yine de temel bir kusur nedeniyle
sorunlar içerir; kaldı ki bu kusur olmasaydı daha ileride ortaya çıkacak
olan "sivil hükümet"; kurumu anlaşılmaz kalırdı; ortak bir yargıç
olmadığından, aslında herkes "doğal yasa";nın uygulanmasını denetlemek
hak ve görevine sahiptir; insan doğasının özü gereği kusursuz olmaması
nedeniyle, bu durum sonu gelmez bir sürtüşmeye kaynaklık eder: İnsanlar
hem yargıç hem de davanın kahramanları oldukları için, benzerlerinin
haklarını örselemek sakıncasıyla her an karşı karşıyadırlar. Sonuç
olarak, sivil hükümetin kökeni, Hobbes’da olduğu gibi "doğal bir
biçimde"; bireylerin hak ve arzularının savunulmasından doğan bir
"herkesin herkese karşı sürtüşmesi"; içinde yer alır: Locke’da, bir
"Hobbes anı"; ile karşılaşılır. Ama bu durum liberal düşünür ile
"mutlakiyet Çin filozof arasında temel ayrımların bulunmasına engel
olmaz. Her ikisi de bu anın konumundan kaynaklanır: Hobbes’un felsefesi
yöntembilimsel bakımdan "uç durum";u, "herkesin herkesle savaştığı";
ayrıcalıklı bir yere oturturken (Carl Schmitt), Locke’un kuramı geçici
bir denge durumundan yola çıkar; burada "doğal yasa"; (insan eyleminin
koşulları üzerine geliştirilmiş törel bir düşünce sayesinde kısmen
bilinen) sivil hükümetin yaratılışından sonra bütün geçerliğini koruyan
ve "haklar";ın geri alınamaz içeriğini tek başlarına belirleyebilen
kesin kuralları daha baştan tanımlar.
Çelişkili bir biçimde, Locke’u Hobbes’tan ayıran şey, bireylerin "doğal
hakları"; na, Leviathan’ın yazarının tanıdığı köklü önceliği
vermemesidir. Hobbes’ta doğal yasa, sistemin tanımladığı bir düzen
ortaya koyar; bu, "haklar";ın önce körlemesine, daha sonra bir sisteme
dönüşen düzenidir. İnsanların öznel hakları, Locke’da Tanrı’nın atadığı
"doğal yasa";nın sonucudur:
Yaratıcım’a karşı görevlerim olduğu gibi, kendi üzerimde ve
etkinliklerimin ürünleri üzerinde de kökene ilişkin bir güç taşırım;
özgürlüğü ve geri alınamaz hakların "iyeliği";ni de bu sağlar ama bu,
doğal yasaya hep boyun eğmek zorun da olmama bir engel değildir
Böylece ilk liberalizmde, genellikle gözardı edilmiş olan ve "hoşgörü";
ile "vicdan özgürlüğü"; ne ilişkin tam anlamıyla liberal anlayışta
belirleyici olan bir ilahi boyut vardır. "Kişisel";le "kamusal";
arasındaki ayrımı, Hobbes’un siyasal bütünün yaratılışı ve
perçinlenmesinin başarılı bir sonucu gibi gördüğü yerde, liberal gelenek
kişisel alanın varlığını ilksel bir veri gibi görür. Bu da Protestan
esinli liberallere (Fransa’da Pierre Bayle gibi) "vicdan"; haklarının,
sivil yetkenin koyduğu ilkeler karşısındaki üstünlüğünü beraberinde
getirir; kaldı ki, Locke’un, ilk metinlerinde savunduğu "Hobbes";cu
kavramlardan uzaklaşması ölçüsünde bu temel nitelikli "vicdan
özgürlüğü"; kavramına aşamalı bir biçimde yaklaşması anlamlıdır. Ama,
"doğal yasa";ya duyulan bu güven sonsuz değildir, daha sonraları büyük
liberallerin birçoğunun, neden, savlarına salt içkin bir kanıt getirmeye
çalışmalarına açıklık getirir. "Laik"; modernliği "Hıristiyan";
kaynaklarıyla birleştiren karmaşık ilişkinin dile getirdiği bu gerilim,
Locke’da daha önceden vardır:
Ona göre törel kurallar "doğal yasa";nın sonuçlarıdır, ama aynı zamanda
pratik kavramlar insan aklının yaratımları olarak da görür; bu da
toplumsal dünyanın, salt insana özgü ya da içkin bir biçimde
ayarlanmasını olanaklı kılar.
Liberalizmin birliği ve çeşitliliği: Toplumsal sözleşme, güçlerin dengesi ve piyasa
Bütünü içinde ele alınan liberalizme belirgin niteliğini kazandıran şey,
Devletle toplum arasındaki ayrımı doğal ve gerekli bir veri olarak ya
da en azından modern "uygarlığın"; kalıcı bir aşaması gibi görmesi ve
hem Devletin toplum karşısındaki mutlak egemenlik düşüncesidir
("devletçi"
hem de siyasal örgütlenimin toplum içinde erimesidir ("anarşist"
.
Ama, özellikle Devletle "sivil toplum"; arasındaki ayrımı dile getiren
bu düşünce, toplumsal bağın oluşum biçiminin ele alınması biçimine göre
farklı biçimler de karşımıza çıkabilir: Liberalizm, bir toplumsal
sözleşme doktrini, güçlerin dengesi ya da "ayrı mı"; ve piyasanın
dolaysız bir biçimde düzenlenmesine boyun eğen ekonomik sarmalın
özerkliğinin düzenli bir biçimde savunulması içinde dile getirilebilir.
Locke’un siyaset felsefesi, toplumsal sözleşmenin liberal kuramının
klasik anlatımı gibi görünür: Sivil hükümetin sınırlarını, bireylerin
"hakları";ndan ve bireylerin mutlaka peşinden koşmak zorunda oldukları
amaçlardan çıkarsar. Ama bu amaçların kendileri de karmaşık, birey
haklarının birbirlerinden ayrı iki temelini ortaya koyan bir
çıkarsamanın konusunu oluştururlar. Bu temellerden bireyin korunma
yollarını aradığı birincisi, en çıplak biçim altında doğal gereksinim
içinde yer alır; bu bakış açısından, Locke, Hobbes’tan daha köktenci bir
bireycilik anlayışını savunur: Ötekine duyduğu korkudan kurtulmak için
Hobbes’un insanı gücü (insanlar arasında en az ilişkiyi varsayan) elde
etmeye çalışmaktaydı, buna karşın Locke’un bireyi ilkel bir biçimde
açlık tarafından devindirilir. Bu da, çalışma yoluyla doğal iyeliklerin
edinilmesine ilişkin, başlangıçta tümüyle "kişisel"; bir süreci devinime
geçirir (P. Manent, 1987, s. 95 ve dvm.). Bununla birlikte, bu doğal
hak, kendisi ne anlamını kazandıran (insan kendini korumak zorundadır,
kendini yok etmeye hakkı yoktur) ve "sivil hükümet"; oluşturumunun her
aşamasında insanlar arasındaki ilişkileri yönlendirmek durumunda olan
"doğal yasa";ca oluşturulmuş, daha önceden var olan bir ağ içine
katılır; işte tam bu nedenle, Locke’ta hükümetin işlevi, kendisinin
yapmadığı bir hukuk ve ilişkiler bütününü güvence altına almaktır.
Sonuç olarak, Locke’un sözleşmeci kuramı, daha sonraları "Devlet";le
"sivil toplum"; arasında yaptığı ayrımı "doğal yasa";ya yaptığı
gönderimle temellendirir. Ama bu doktrinin kendisi de liberal kuramın
gelişimine açıklık getiren güçlükler barındırır.
Önce, "sivil hükümet";i ele alalım: Bu hükümet, ancak birleşmiş
bireylerin aracı durumuna gelirse ve onların "haklarına"; saygı
gösterirse yasallık kazanır. Ama aynı zamanda bireyler arasındaki
anlaşmazlıklara kesin çözümler getirmek zorundadır, bunu da çoğunluk
kuralı aracılığıyla gerçekleştirir; oysa, "iyelik"; denli önemli bir
sorun söz konusu olduğundan, çoğunluğun kararı, bireyin "kişisel rıza";
(own consent) ile denk görülür: Burada, yalnızca liberal olmakla
kalmayan, aynı zamanda daha baştan "demokratikleşmiş"; bir mantık ortaya
çıkar. Öte yandan, yasamanın üstünlüğü, "yürütme"; erkinin ya da
"federatif";in belli bir özerkliği olmasına engel değildir ve bu
özerklik erkler arasında temel sürtüşmelere yol açabilir
emek
oluyor ki "güçler dengesi"; liberal mantığın özünden kaynaklanan bir
zorunluluktur ve "anayasacılığın"; gelişimine bu denge olanak
tanıyacaktır. Bireyler arasındaki ilişkilere gelince, ekonomik
alışverişlerde ya da törel düşüncelerin iletişimi içinde ortaya çıktığı
biçimiyle, kısa bir süre sonra "sivil toplum"; adı verilen yeni bir
dünya kurarlar.
Liberalizmin, Locke ile Adam Smith arasında yön değiştirmiş olmasına
karşın, klasik liberal düşünce köklü bir birlik içerir; bu da, ister
siya set isterse ekonomi söz konusu olsun temel kav ramlar
incelendiğinde hemen kendini gösterir. Özellikle "İngiltere Anayasası";
üzerine yürütülen düşünceler aracılığıyla geliştirilen güçlerin dengesi
ve "ayrıması"; doktrini, siyaset kuramının yenilenmesi yönünde
liberalizmin getirdiği iyi bir örnektir. Kökenini, Aristoteles, Cicero
ve Polybus’dan bu yana monarşinin, aristokrasinin ve demokrasinin
avantajlarını karşılıklı olarak bir araya getirmenin yolu gibi görünen
"karma rejim"; örneğinden alan Ingiliz rejimi bu tür hükümetin modern
bir çevrimi olarak Kral, Lordlar ve Parlamento içindeki "Komün ler";i
bir araya getirir. Ama Montesquieu’nün ve onu izleyen düşünürlerin
dehası, Ingiltere’de gerçekleştirilen ılımlılandırma ve denge kurmanın
tümüyle yeni bir atılımdan kaynaklandığını anlamak olmuştur: "Olguların
düzeni gereği erkin erk üzerinde belirleyici olduğu"; (De l’esprit
desbis, XI, 4) bu rejimde kurumların başarılı bir biçimde düzenlenmesi,
bireylerin bağımsızlıklarını en üst düzeye çıkararak onları Özgür
bırakmak olmuştur. Üstelik, bu düzenlenim ancak siyasal güçlerin belli
bir düzen içinde desteklenmesi durumunda başarıya ulaşır; bu düzen,
yasama yetkesinin ve yürütme yetkesinin dengesini, kendilerini
destekleyen taraflar arasındaki bağıntıya bağlar
Montesquieu ’deki "güçlerin ayrımı"; nın sınırlarına ilişkin tüzel
sorunun ötesinde, (Montesquieu yalnızca, "güçlerin ayrılması
gerektiğini"; söyler) "İngiliz Anayasası’nın"; örnek niteliğinin, karma
rejimin antik idealine bağlılıktan değil, modern özelliklerinden
kaynaklandığı açıktır.
Kaldı ki, bu nedenle Ingiliz ve Amerikan devrimleri sırasında en
bilinçli liberal güçlerin, "erkin erk üzerinde belirleyici olduğu";
siyasal düzenek düşüncesini ön-liberal düşünceden, sendika anlayışını
andırır bir biçimde örgütlemiş kalıcı toplumsal güçlerin bir dengesi
düşüncesinden açıkça ayırmayı arzuladılar. Amerikalı Anayasacılar’ın
dehası da Ingiltere’ye özgü çifte yandaşlı sistemden daha geniş
"çoğulculuk";un bulunuşundan başka, bu değişimin, "anayasalcılığın";
(eğer Özgürlük hükümet organları arasındaki ilişkiye bağlıysa, bunların
konumlarını belirleyen düzen, bu organların her- birinden daha üst
düzeyde yer alır) ve "halk egemenliği";nin (eğer farklı yetkeler, özel
toplumsal güçlerden kaynaklanmıyorsa, bunların tümü kökenini "halktan";
almak durumundadır"
ikili biçimde ilerlemesiyle bir bütünlüğe kavuşabileceğini anlamak olmuştur.
Şimdi, "güçlerin ayrımı"; ya da "checks and balances"; doktrininin
"toplumsal sözleşme";ye ilişkin liberal kuramla bağıntısı incelenecek
olursa, bu doktrinin bu bağ konusunda kendisine anlam katan amaçları
daha iyi gerçekleştirebilmek için görünürde bir tutumluluk içine girdiği
açıkça görülür. "Sözleşme";ye başvurmayan ve. bazen "olguların
doğasından kaynaklanan"; "yasalar"; konusunda ayrıca neredeyse gerekirci
bir görüş taşıyan Montesquieu ’nün kendisi de modern Avrupa tarihiyle
ilgili olarak modem özgürlüğün anlamına bir açıklık getiren bir yorum
yapar: İnsanlar arasında ilişki olanaklarını çoğaltarak deneyimlerine
zenginlik katan ve onları korkularından kurtaran, "ticaret";in
gelişmesidir; bu da bizi hem bireyin hem de ekonominin özgürleşmesine
götürür.
Yine burada, Adam Smith ’in sunduğu biçimiyle "ekonomik liberalizmin";,
liberal siyaset felsefesinin basit bir uzantısı olmadığı görülür.
Piyasanın övülmesi, malların vergilendirilmesinde eski sistemlerin ya da
ulusal ekonomilerin korunmasının eleştirilmesi ve "görünmez el";
kuramı, liberal felsefe ve siyasete esin kaynağı oluşturan anlayışın bir
parçasını oluştururlar. Klasik siyaset ekonomisi, merkezcil bir Önem
taşıyan modernlik sorusuna bir yanıt oluşturur
evlet’in
zorlayıcı gücüne boyun eğmeden ve eski işbirliği biçimlerinin yarattığı
saymaca bağları yeniden yaratmaksızın bireyler arasında nasıl bir
ilişki-kurulur? Ama liberal ekonomi kuramı, bu bakış açısından ancak
liberalizmin bir parçasıdır; erimi de tam olarak hem daha temel hem de
daha genel ilkelere bağlıdır. Ekonomik anlamda Locke’un kendisi de
"liberal"; değildi ve liberallerin uygulayımı hatta kuramı bile "piyasa
düzeni";nin yayılımına ilişkin sınırları koymayı başarmıştır. Liberal
düşünce, içinde bütün siyasal sorunların sonunda dile getirilebildiği
modernliğin siyasal dili olarak adlandırılabilecek şeyi yaratma
başarısını gösterebilmiştir. Ama, aynı zamanda oldukça erken bir biçimde
zaman zaman son derece keskin eleştirilere konu olduğunu da belirtmek
gerekir; kaldı ki bu eleştiriler, iç uyumu zararına şu ya da bu
görünüşlerinin tek yanlı olarak vurgulanmasına dayanır (bu, şöyle de
söylenebilir: Modernliğin liberal karşıtı akımları genellikle
liberalizmin "sapkınları";dır).
Turgot ve Condorcet ile doruğa tırmanan Fransız siyaset usçuluğu,
bireyin dinin ağırlığından kurtulması ve ekonomiyi serbest bırakma
idealine bağlıdır, ama İngiliz ve Amerikan denge ya da erklerin
ayrıştırılması sistemlerini özgür bir Devlette egemen olması gereken
eşitlik ve usçullukla bağdaşmayan "gotik"; biçimler olarak benimser.
Spinoza ’dan Rousseau ’ya demokratik kuram, anayasanın yasa karşısındaki
üstünlüğü düşüncesine pek elverişli değildir; onu siyasi kuruluşların
özerkliğine bir engel gibi görür. Son olarak, Amerikan Devrimi
başlangıcında önemli bir rol oynadığı sanılan Paine gibi bir kişilik,
hem neredeyse özgürlükçü (hükümetin yerini en aza indirebilmek için) hem
de İngiliz sisteminin (kendisine çok fazla "feodal"; gelen) bütününe
ters düşen savları savunabilmiştir. Ama bu arada Devrimden önce bile
XVIII. yüzyılın en büyük iki düşünürünün liberal düşüncenin en ciddi
sorunlarını göstermiş olduğunu da unutmamak gerekir: Hume ’un,
sözleşmenin liberal kuramlarını destekleyen usçu yanılgılara saldırdığı
yerde, Rousseau Aydınlanma’yla gelen ilerlemelere ve modern dünyanın
bireyler arasında kurduğu bağın türüne kuşku ile yaklaşmaktaydı. Fransız
Devrimi’ nin ardından liberal programın kısmen gerçekleştirilmesi ve
buna eşlik eden trajik olayların , bu eleştirilere yeni bir erim
– ve bu arada liberal düşünceye de yeni bir güç kazandırdığı
düşünülmektedir.
Liberal düşünce ve Fransız Devrimi
Eğer Fransız Devrimi modern siyasal düşünceyi altüst etmiş olan temel
bir olaysa, bunun nedeni hem daha önceki siyasal değişimlerde karanlıkta
kalmış olan beklentilere açıklık kazandırmış olması, hem de yeni
-ayrımsız bir biçimde "kentsoylu"; ve "demokratik";-bir dünya yaratmış
olmasıdır. Bu durum, liberalizmin kendisini yalnızca "feodal"; ya da
mutlakiyetçi kalıtın eleştirisiyle değil, daha köktenci olarak sunan
akımlara göre tanımlama zorunluluğu getirir.
Büyük sorunların kimileri Devrimin başıyla birlikte, Devrim’e "liberal";
bakış açısından getirilebilecek iki yorumu kendinde somutlaştıran
Edmund Burke ve Thomas Paine arasındaki sürtüşmeyle ortaya çıkmıştır.
Burke, 1789 insanlarını harekete geçiren istenççi ve usçu yanılsamaya
duyarlıdır ve insan haklarının "soyutlama";sında liberal eğilimleri,
güçlerini oluşturan ve Ingiltere’de başarıya ulaşmalarına olanak tanıyan
şeyden: Mutlu bir geçmişin, "buyruklarla"; kazanılmış "Ingiliz
özgürlüklerinin"; ve daha genel olarak "törelerin"; (manners)
ilerlemesinin ve Avrupa’da uygarlığın tarihi içine katılımdan koparma
eğilimi ortaya koyar.
Devrime düşman olan Burke, "İngiliz özgürlükleri";ne ve yetkelerin
dengesine bağlılığıyla, piyasa ve serbest ekonomiye güveniyle ve modern
uygarlığın "değerlerine"; bilinçli bir katılımla liberalliğini korur.
Fransız Devrimini, 1688 ve 1776 Devrimlerinin yasal kalıtçısı gibi görse
bile, rakibi Paine (Ingiltere ile Amerika’daki sömürgeleri arasında
sürtüşme yaşandığı dönem de bağlaşığı olan) ondan daha az liberal
değildir; ama özellikle liberal gelenek içinde, siyasal bağın sözleşmeci
yorumunu korumuştur; bu da ona göre "insan haklarının"; özgür
kurumların, piyasanın ve modern toplumun gerçek temeli oldukları
anlamına gelir. Aslında tartışmalarının konusu, liberal toplumların
yaşamları için gerekli olan siyasal düzenin niteliğidir. Fransız
Devrimiyle 1688m "şanlı Devrimi"; arasındaki bağların üzerine yaptıkları
incelenmeler örnek bir nitelik taşır.
Her ikisi de 1789’un bir ilkeyi, daha önce Il. Jacques’in Ingiliz
Parlamentosu’nca tahttan indirilmesinde örtük bir biçimde yer alan halk
egemenliği ilkesini gün ışığına çıkardığı konusunda görüş birliği
içindedirler; ama Paine için siyasal düzenin temelinin bu gönüllü,
çağrışımsal ve belirsiz bir biçimde yeni den gözden geçirilebilir
açıklaması daha sonra ki bir kurtuluş sözüyken Burke için özgür toplumun
kırılgan dengesini yok etme sakıncası içeren bir tehdittir.
Sonuçta Fransız Devrimi, liberal geleneğin iki karşıt siyasal akımı
besleyebileceğini göstermiştir. Bu akımlardan "tutucu"; olan birincisi,
tarihe güven duyar ve bireyselci ilkelerin toplumsal bağı kuramayacağını
düşünür. "Köktenci"; olan ikincisi, tersine bu ilkeler üzerinde
toplumun sürekli bir reform içinde olmasının gerekliliğini
temellendirir. Kaldı ki bu düşünsel sınır daha baştan, henüz o zamanlar
"toplumsal sorun"; olarak adlandırılmayan şey üzerindeki önemli
sapmalara denk düşer; Burke piyasa düzeni içinde toplumsal düzene
başkaldıran insanları disiplin altına alma olanağı sağlayacak gereci
görmekteydi ve çağdaş projelere yoksullara yardım ettikleri için karşı
çıktı; buna karşın piyasanın eşitlikçi görünümlerini vurgulayan Paine,
"sosyal sigorta";nın ve gelir dağılımının temel biçimlerinin (miras
vergisi aracılığıyla) kuramcılığını üstlendi.
Her ikisi için de piyasanın bireylerin toplumsallaşmasını düşünmeye
olanak tanıyan bir örnek olmasından daha çarpıcı hiçbir şey olamaz
(toplumsallaşma olmaksızın bireyler tek başlarına kalırlardı); her
ikisine göre de, serbest ekonomi bize toplum yaşamı için gerekli olan
bilginin ayıklanmasının nasıl yapıldığını anlamamıza olanak tanır; ama
Burke’ün geleneğin rolü konusuna önem verdiği yerde Paine temsili sistem
içinde kamuoyunun oluşumunu öne çıkarır
Eğer 1789 Devrimi daha önceki devrimlerin anlamı üzerine geçmişe yönelik
bir sorgulamaya yönlendirmişse, 1793 Terörü, ardından Konsüllük ve
Imparatorluk yönetimlerinin askeri "despotluğu";, Fransız Devrimi
üzerine daha ileride yapılacak olan bütün tartışmaların temelinde yatan
daha dramatik bir sorunu: 1789’da dile getirilen kurtuluş ilkeleriyle
Kurucu Meclis’i izleyen tiranlık dönemleri sorununu da günde-me
getirmiştir. Fransız liberallere göre, bu felsefi ve tarihsel sorun,
siyasetle daha dolaysız bir biçimde bağlantılı olan bir başka sorunla
birleşmekteydi: Fransız liberalleri hem Devrim’in sonuçlarını (temsil
sistemi, sivil eşitlik) savunmak ve hiç değilse 1792’den başlayarak
devrimci süreci eleştirmek zorundaydılar. Bu sorunları işlemesindeki
derinlik, Benjamin Constant’ı, Devrim’i izleyen dönemin en büyük liberal
düşünurü durumuna getirdi. Constant’nın düşüncesi Terör ile Konsüllük
dönemleri arasında, Thermidorcu Konvansiyon ile Direktuar döneminde
biçimlenmiştir. O dönemde, onun için olduğu denli dostu Germaine de
Staél için de sorun, Devrim’den kaynaklanan rejimin yasallık ve
yaşayabilirliğini göstermek üzere, bu rejimi Terör döneminin
aşırılıklarından arındırarak büyük bir ülkede cumhuriyetçi rejim
olasılığı konusundaki klasik sorunu çözmeye dayanıyordu. Dolayısıyla
tarihsel sorun (1789 anlayışı 1793 içinde yer etmiş miydi?), modern
dünya içinde siyasal özgürlüğün doğası ve koşulları üzerine geliştirilen
felsefi düşünceye yakından bağlıydı; Constant’nın yanıtı, yurttaşların
hükümete karşı bağımsızlığı üzerine kurulu "Yenilerin özgürlüğü"; ile
bütün yurttaşların siyasal yetkeye eşit biçimde katılımına dayalı
"Eskilerin özgürlüğü"; arasındaki ünlü ayrımdan kaynaklanmaktaydı. Ama,
daha 1799’da Mme de Sta önerilen bu ayrım, Constant ile yeni bir atılım
kazanır; çünkü, liberal doktrinin bir bütün olarak yeniden oluşturumu
içine katılır.
Terör’ü izleyen döneme ilişkin yazılar iki temel düşünceyi ortaya
çıkarır: 1789 ile 1793 arasındaki benzeşmezlik düşüncesini ve özellikle
Devrim’in sivil ve liberal başarılarının kalıcılığı düşüncesi. Bu ikinci
düşünce, "Tarihin gücünü bir "siyasal’ tepki"; yandaşlarının karşısına
getirme olanağı sağlar. Böylece Constant, Burke’ün kanıtlarını kendisine
karşı döndürür, bunu da "ilkeler";e dayalı bir siyasetin usçul idealim
belli bir noktaya değin yeniden canlandırarak yapar:"Önyargılar";,
güçlerini, geleneksel dünya ile bağlarından alırsa da, "Ilkeler";,
bunların toplumda var olan ilgi alanlarına bağlanarak biçimlenmelerine
olanak tanıyan özelliklerin ortaya çıkarılması koşuluyla başarılı
olabilirler. Ama, aynı zamanda Constant’nın bu biçimde düşünce
yürütebilmesinin ancak liberal siyasetin iki yasallaştırma biçimini
uyumlu kabul etmesiyle olanak kazandığı da yeterince açıktır. Bu iki
yasallaştırma biçiminden tarihsel olan birincisi, liberalizmi Avrupa
tarihinin başarılı bir ürünü gibi gösterir, usçu olan ötekisi, liberal
olgular için de kendilerini düşünceye kabul ettiren genel olguları
görürler; Devrimci deneyim üzerine düşünce, liberal düşünceyi "Akıl"; ve
"Tarih"; arasındaki ilişki sorununa yanıt getirmeye zorlar.
Özellikle Principes de politique’te ("Siyasetin İlkeleri"
sunulduğu biçimiyle Benjamin Constant’nın doktrini, büyük bir bölümüyle Jean Jacques Rousseau’ya bir yanıttır.
Rousseau’nun yapıtı, birey , toplum ve Devlet arasındaki uzlaşma
koşullarına ilişkin dizgeli bir incelemedir. Aslında, Contrat social’de
("Toplumsal Sözleşme"
özerklik ilkesi ("kişinin kendi koyduğu yasaya uyması özgürlüktür"
,
bireyin, "Egemen";in kendisi olması ve yasa koyucu olarak toplumun
kendisiyle özdeşleşmesi koşuluyla toplum içinde nasıl özgür
olabileceğini anlamaya olanak tanır: Yurttaşların tümü genel Irade’ye
katıldıkları için eşittir ve kimse başkası üzerinde egemenlik kurmadığı
için herkes Özgürdür. Constant’ın yadsıması öncelikle, aslında, bu
eşitlik durumunun koşullarının hiçbir zaman gerçekleşemeyeceği; çünkü
yürütmeyle yasama arasındaki sınırların bulanık olduğu, "yetkenin pratik
örgütleniminin"; her zaman belli bir eşitliksizlik getirdiği ve daha
genel olarak "herkes adına yapılan eylemin ister istemez kaçınılmaz bir
biçimde, bir ya da birkaç kişinin yetkesinde bulunması nedeniyle bu
yetkenin herkese açık olmasından ötürü hiç kimsenin yetkesinde kalmadığı
da doğru değildir; tersine bu yetke, her kesin adına hareket eden
kişilere verilir"; (Constant,1980, 5. 272). Rousseau’nun ilkeleri,
küçücük de olsa bir geçerlik taşır (bu, aynı zamanda Constant’nın
devrimin "demokratik"; esininden geriye koruduğu şeydir); "halk
egemenliği"; ya da "genel iradenin"; üstünlüğü ilkesine ciddi nedenlerle
karşı çıkılamaz; öyle ki, halk yetkenin kaynağı olmalıdır ama seçmen
kitlesini oluşturan bileşim temelde değişkendir ve özellikle de
bireylerin özgürlük ve bağımsızlığı, hükümdarın yetkesine aşılması
olanaksız bir sınır getirir (Constant, 1980, s. 271).
Görünürdeki yalınlığı içinde, bu uslamlama Devrim sonrası liberal
sorunun temel öğelerini çekirdek durumunda içinde barındırır: Modern
demokratik ilkeyle devingen bir tartışmanın yolunu açar (seçmenler
kitlesinin sınırları genişletilebilir ve mülkiyet, özgürlüklerin ilki
değildir), ama antik "erdem";in yeniden dirilmesini Öngören bütün
tasarıları modası geçmiş ve despotikleşmeye eğilimli olarak kesin bir
biçimde kınar
Constant’ın bir başka başarısı da, liberal doktrinin temelinde yer alan,
bireysel özgürlükten daha derin olan ve aynı zamanda modern özgürlüğün
çelişkili bir koşulu niteliğini taşıyan şu ilkeyi gün ışığına çıkarmış
olmasıdır: Eğer bireyler yasa oluşturucuların bir parçası olmaksızın
Özgür olabiliyorlarsa, bunun nedeni toplumun kendi içinde kendiliğinden
ortaya çıkan bir uyum yeteneği taşımasıdır. Bu yetenek, bireysel
iradelere aşkın bir yetkenin sürekli müdahalesinden değil, bu iradelerin
karşılıklı etkileşiminden doğar. "Modern’lerin özgürlüğü"; nün
ayrıksınlığına açıklık getiren de, bu "toplumsalın uyumuna ilişkin özerk
ilkedir";; Modern birey, daha önceki rejimlerde üzerine çöken baskıdan
kurtulmuştur, ama, aynı zamanda, eyleminin yarattığı toplumsal dünya
kendisine geri dönülmez biçimde yabancı kalır: Kalabalık içinde yitip
giden birey, yaptığı etkinin farkına hiçbir zaman yaramaz; işbirliğini
gözlerinin önüne serecek hiçbir şey yoktur";
Öte yandan, Devrim deneyiminin gösterdiği gibi eski ve despotik
eğilimlerin yeniden canlanması her an için olanaklıdır ve bu da modern
dünya içinde "eski";den kalma en küçük bir yurttaşlık düşüncesinin
korunmasını içerir: Siyasal özgürlük, bireysel bağımsızlığın
sürdürülebilmesinin koşuludur. Constant’da karşılaşılan ve yankılarının
daha sonraki bütün büyük liberallerde kendini duyuracağı ince bir
eytişimin kimi gerilimlerle birlikte ortaya çıkmasının nedeni de budur;
hem bağımsızlığı hem de yurttaşlığı savunan Constant’nın siyaset
öğretisi felsefi bir çelişki üzerine kuruludur: Özgürlük, kendini her
türlü yetkeye benimsettiren "doğal"; ya da "aşkın"; bir ilkedir, ama
aynı zamanda, "ticaret"; düzenini eski yetke düzeninin yerine getiren
Tarihin de bir meyvesidir. "Toplumsal sözleşmenin kuramlarının
bireyciliğini köktenleştirerek, Benjamin Constant aynı zamanda
Montesquieu’nün ve onun Iskoç sürdürücülerinin incelemelerinin
"tarihselci"; bir yeniden yorumunun da yolunu açar. Bununla birlikte,
her iki durumda da, düşüncesine Rousseau’nun düşüncesi karşılık verir.
Constant, Rousseau’ya hem canlı hem de hoşnutsuzluk içeren bir yanıt
verir. Rousseau , modern uygarlık içinde, bencilliğin evrensel olduğu
düşüncesi üzerine kurulu ve sonuç olarak da her türlü resmi bir varoluş
biçiminin yok olmasını getiren genel bir yozlaşma düzeninin varlığını
ele veriyordu; bu çerçeve içinde, antik yurttaşlığın övgüsü, modernliğin
eleştirilmesi için güçlü bir araç durumuna geliyordu, ama bu, bir
izlence oluşturması için yeterli değildi: Toplumsal Sözleşme , geniş
çelişkiler içeren bir yapıttır ve "yalnız gezgin"; kişiliği sonuçta
"yurttaş"; kişiliğinin yerini alır. Jakobenci ya da genci
eleştirmenlerin "içtenlikten yoksun olmasını"; kınayarak Constant
gerçeklikten uzak olma suçlamasını Rousseau’nun kendisine çevirir.
Bu arada modern toplumun kendisinin de yurttaşların kamu işlerine en
küçük de olsa bir ilgi duymaksızın yaşayamayacağını gösterir: Modern
özgürlüğün savunulması gerekir çünkü, "içten"; bir varoluşun koşuludur
ama aynı zamanda yurttaşlığın olası tek temelidir. Bununla birlikte,
aynı zamanda Constant toplumsallığa ilişkin bilinçli bir özdüzenleme
yokluğunun, ancak "davranışların evrenselleşmesiyle, bir başka deyişle
Rousseau’nun Özsaygı olarak adlandırdığı şeyle dengelenebileceğini kabul
eder.
Kaynak: Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü 1. Sınıf "Kurumlar Sosyolojisi" Dersi Ders Notları.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder