Dawid West
Immanuel Kant’ın Eleştirel Felsefesi
Aydınlanma felsefesinin, elbette birçok varyantı vardır. Bununla
birlikte, fılozof Immanuel Kant (1724-1804), bu fikirlerin gelişiminde
esaslı bir yer işgal eder. Ona, eserlerinin farklı yönlerine dikkat
çekilmek ve bunların içinden de farklılık gösteren kimi yorumlara
iltimas geçilmekle birlikte, hem analitik gelenek(20. yy. başından beri
özellikle Anglosakson dünyasında yaygınlaşan dil çözümlemelerine dayalı,
felsefe yöntemini geliştiren ve felsefenin görevini mantıksal dil
çözümlemesiyle sınırlayan felsefe akımının tümüne verilen ad.) içinde
yer alan filozoflar ve hem de Kıta Avrupası felsefesi geleneği içinde
yer alan filozoflar tarafından, büyük bir şahsiyet olarak saygı
gösterilir. Kant 'ın `eleştirel felsefesi' insanî bilgi ve tecrübenin
sınırlarıyla temel teşkil eden yapısını ortaya koymaya çalışır ki, bu,
insan aklının felsefî ya da `metafiziksel' sorularla olan ilişkisi
içinde yüz yüze geldiği ikilemi yansıttığı için, ta baştan beri hem
olumsuz ve hem de olumlu niyetler içeren bir projedir: "İnsan aklının,
bilgisinin bir türünde, aklın bizzat kendisinin doğası tarafından
emredildiği için göz ardı edemediği, ama tüm güçlerini aştığı için de,
cevaplamaya muvaffak olamadığı sorular tarafından sıkıntıya sokulma gibi
garip bir yazgısı vardır.";
Kant 'ın eleştirel felsefesi , Aydınlanma düşüncesinin temel
konularından birçoğunu anlamlı bir biçimde bir araya getirdiği için,
Avrupa felsefesinin daha sonraki gelişiminde esaslı bir rol
.oynayabilmiştir. Hepsinden önemlisi, onun, dış dünyaya ilişkin, varlığı
en açık bir biçimde doğa bilimlerinde kanıtlanan bilgi türüyle ilgili
olan `saf aklın' eleştirisi, dönemin muhtemelen temel felsefi tartışması
olmuş olan konuda karşıt kampların, empirizm ve rasyonalizmin yaratıcı
bir sentezini sağlar.
Gerek empirizm ve gerekse rasyonalizm karakteristik bir biçimde, insan
bilgisini sağlam ve şüphe edilemez temeller üzerine oturtmaya ve dinî
bilginin düzmece iddialarına karşı koymaya çalışır. Bu tutum, haklı
kılınamayan iddialar ve bâtıl itikat kalıntılarından arındırılmış bir
dinî inançla, elbette uyuşmaz değildir. İnsan bilgisini oldukça yetersiz
bir alet olarak gören şüpheci empiristler, alternatif bilgelik
kaynaklarına zaman zaman açık olmuşlardır.
John Locke (1632-1704), George Berkeley (1685-1753) ve David Hume gibi
empiristler, insan bilgisinin tümünün son çözümlemede tecrübelere -dış
dünyaya ilişkin `izlenimler'imize ya da `duyumlara' veya `gözlemler'e
dayandığını öne sürerler. a posteriori ya da bizim yalnızca uygun
tecrübelere sahip olduktan sonra erişebileceğimiz bir ,sey olduğunu
savunurlar. Bilgimiz doğuştan düşüncelere dayanmaz: Dünyaya
geldiğimizde, zihin boş bir levha veya tabula rasadır.
Rasyonalistler ise, tam tersine, bizim insan bilgisinin önemli,
muhtemelen en önemli örneklerine, tecrübeden önce ya da bağımsız olarak
erişebileceğimizi öne sürerler. Rasyonalistler, felsefede Platonik
geleneğe daha yakındırlar. Gözde modelleri olarak doğa biliminden ziyade
saf matematik ve mantığı seçen rasyonalistler, bu tür bilginin
yalnızca, bizim a priori ya da tecrübeden bağımsız bir biçimde sahip
olabileceğimiz bir şey olarak anlaşılabileceğini savunurlar. Daha önce,
Platon un diyalogları bu bakış açısını savunan argümanlar içerir.
Phaidon adlı diyalogda, Sokrates , ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlamak için,
`bilgi dediğimiz şeyin yalnızca anımsama olduğu' görüşünü savunur. Menon
'da ise, o öğrenme sürecini, daha önceden bilmiş olmamız gereken
şeyleri bir tür hatırlama ya da anımsama olarak tanımlamak için,
geometrideki kanıtlama örneklerini kullanır.Matematik ve mantığın
doğruları tecrübeye müracaat edilmeksizin ispat edilebilir ve onunla
asla çelişmez. Hiçbir sayıda gözlem bizi asla, `2+2'nin 5 ettiği'ne ya
da `Yağmur yağmaktadır ve yağmur yağmamaktadır'ın doğru olduğuna
inandıramaz. Tam anlamıyla doğru olan çizgiler, hiçbir yer işgal etmeyen
noktalar, yetkin daire ve üçgenler benzeri soyut matematiksel
entitelerle [ayrı ve müstakil varoluşa sahip olan ve nesnel ya da
kavramsal gerçekliğe sahip olan şeylerle, çev.], tecrübede hiçbir zaman
karşılaşılmaz. Bu takdirde, biz bu entitelerin bilgisine, Euklides
geometrisinde ispatlanan bilgi türüne, o bir şekilde doğuştan olmadıkça,
nasıl sahip olabiliriz? Rasyonalistler, bu bilgiyi, ister tecrübeden
yapılan genellemenin ürünü, ya da ister son çözümlemede tanım gereği
doğru olan içeriksiz doğrulardan , meydana gelen bir şey olarak, başka
bir biçimde açıklama yönündeki empirist teşebbüslerle ikna olmazlar.
Kant , hem empirizmin ve hem de rasyonalizmin vukuflarını(anlama,bilgi)
bir araya getirme çabası verir. O, rasyonalistlerle bizim a priori
olarak bilebileceğimiz önemli doğrular olduğu konusunda uyuşur, fakat bu
tür bir bilginin imkânı için, rasyonalizm tarafından sağlanan herhangi
bir açıklamadan, daha uygun bir açıklama sağlamanın yollarını arar. O,
empiristlerle de bilgimizin büyük bir bölümünün tecrübeye dayandığı
hususunda uyuşur, ama Kant 'a göre, empiristler, zihnin duyum ya da
`sezgi'den aldığı empirik `içeriğe' yaptığı `formel' katkıyı göz ardı
ederler. Biz bilgimizin tikel içerikleri için her ne kadar tecrübeye,
`alnlığa' veya sezgiye dayansak da, söz konusu tecrübenin yapısı ya da
formu insan zihni veya insanın `anlama yetisi' tarafından sağlanır. Bir
dış dünyaya ilişkin tecrübe, zihin tarafından sağlanan form olmadan,
hiçbir şekilde mümkün olamaz. Başka bir deyişle, Kant 'a göre, hem
empiristlerin ve hem de rasyonalistlerin görüşleri aynı şekilde tek
yanlıdır. Rasyonalistler hakikî bilimsel bilgi için vazgeçilmez bir
önemi olan tecrübe ya da sezginin katkısını küçümserler. Empiristler
ise, tecrübenin öneminin bilincindedirler, fakat kendileriyle
tecrübemizin düzenlendiği `kavramlar'ın ya da formel yapının önemini
fark edemezler. Ünlü bir söz Kant 'ın bakış açısını şöyle özetler:
`İçeriksiz düşünceler boş, kavramsız sezgiler de kördür. Öyleyse,
kavramlarımızı duyusal hâle getirme, yani sezgide onlara nesne ekleme;
sezgilerimizi de anlaşılır kılma, yani onları kavramların altına
yerleştirme zorunluluğu vardır.Tecrübe zorunlulukla, tecrübeye form
kazandıran `düşünceler' veya kavramlarla, ona içeriğini veren
`sezgiler'in bir birleşiminden meydana gelir. Kant'ın temel kavrayışı,
insan bilgisini açıklama problemi için ayırıcı bir çözüme izin verir.
Kant bilinçli bir biçimde, Galileo, Torricelli ve Stahl gibi bilim
adamlarının göz kamaştırıcı başarılarını ima ederek, katkısını
metafizikte `bir Kopernik devrimi', daha önceki felsefi kabullerin,
Kopernik 'in astronomi alanında başardıklarıyla kı- yaslanabilir, bir
yıkılışı diye tarif eder:
Gök cisimlerinin hareketlerini, onların gözlemcinin çevresinde döndüğü
kabulüne dayanarak açıklarken tatminkâr bir ilerleme' sağlayamayan
Kopernik , yıldızların sabit kaldığı, gözlemcinin onların çevresinde
döndüğü düşünüldüğünde, daha başarılı olup olamayacağını araştırdı.
Nesnelere ilişkin sezgi söz konusu olduğunda, benzer bir tecrübe
metafizikte de denenebilir. Sezginin nesnelerin kuruluşuna uyması
gerekirse, bu takdirde ikinciye ilişkin bir şey leri nasıl olup da a
priori bir biçimde bilebileceğimizi anlayamam; fakat (duyularımızın
nesnesi olarak) nesnenin sezgi yetimizin kuruluşuna uyması gerekirse, bu
imkânı kavramakta hiçbir güçlüğüm olmaz... Tecrübenin kendisi, anlama
yetisini içeren bilginin bir türüdür; anlama yetisinin de, bende,
nesnelerin bana verilmiş olmalarından önce var olduklarını ve
dolayısıyla, a priori olduklarını varsaymam gereken kuralları vardır.
Tecrübeye formunu sağlayan zihnimiz ya da anlama yetimiz olduğu için,
bizim tecrübenin yapısına ya da formuna -bizim için tecrübe olabilmesi
mümkün olacaksa eğer, tüm tecrübelerin paylaşmak zorunda olduğu foıma-
ilişkin a priori bilgiye sahip olmamız mümkün olur. Kant bu özel bilgi
türüne `transendental' bilgi adını verir, zira o her ne kadar
tecrübemizin doğasıyla ilgili olsa da, empiristlerin düşünmüş oldukları
gibi, tecrübeden türetilmez.
Kant tecrübemizin zorunlu yapısıyla ilgili iddialarını, sonraki felsefe
için önemli hâle gelecek olan, başka bir ayırımla daha ifade eder.
Ayırım, a priori ve a posteriori bilgi ayırımına kestirme yoldan gitmeyi
amaçlayan, `analitik' doğruyla `sentetik'doğru arasındaki ayırımdır.
Analitik doğruların, tıpkı basit tanımlar gibi, doğru ya da yanlış
oldukları, yalnızca içerdikleri kavramların anlamları sayesinde, veya
başka bir deyişle, analiz yoluyla bilinebilir. Örneğin, `Bekâr kişi
evlenmemiş erkektir' önermesi, içerdiği terimlerin en azından bir sarih
yorumuna bağlı olarak, yalnızca tanım gereği doğru olan bir önermedir.
Kantçı terimlerle ifade edildiğinde, yüklem konumunda bulunan kavram
(`...evlenmemiş erkektir') özne konumunda bulunan kavramda (`Bekâr
kişi') içerilir. Oysa, sentetik önermelerin doğruluklarına bu şekilde
karar verilemez. `Hiçbir kadın hiçbir zaman ABD Başkanı olmamıştır',
sadece sentetik olarak bilinebilecek olan bir doğrudur. Bu örnekte, özne
konumunda bulunan kavram, açıktır ki, yüklem konumunda bulunan kavramda
içerilmez (erkek olmak Başkan tanımının bir parçası değildir).
Kullandığımız terimlerin anlamlarına bağlı olan ve bize gerçek dünya
hakkında hiçbir şey söylemeyen analitik önermeler, a priori bilginin
makul örnekleridir. Onların doğru olduklarını gözlem ya da tecrübe
yoluyla keşfetmiyoruz. Sentetik doğruların en açık örneklerinin ise,
olgusal olarak bilgi verdikleri, aktüel veri ya da deneye dayandıkları
ve dolayısıyla a posteriori oldukları görülür. Kant için, tecrübenin
temel formu ya da yapısına ilişkin transendental bilgi, kritik bir
biçimde, hem sentetik ve hem de a priori doğruların daha az aşikâr olan
imkânını içerir. Başka bir deyişle, Kant'ın felsefesi bizim tecrübenin
yapısının önemsiz olmayan veya mühim bilgisine, her tür deneyden
bağımsız bir biçimde sahip olabileceğimize işaret eder. Kant bu yeni
yaklaşımını, çoğu zaman yanlış anlaşılmış olan bir tasvirle,
`transendental idealizm' olarak betimler. Felsefi terimlerle ifade
edildiğinde, idealizm genellikle, bir dış, maddî gerçekliğin var
olmadığı inancıyla birleştirilir. Yalnızca ideler vardır. Empirizm, bu
inanca götüren septik yolu sağlar. Eğer dış dünyaya ilişkin bütün
bilgimiz görünüşte `zihinde' olan duyumlardan geliyorsa, `oradaki' bir
şey in duyumlarımıza tekabül ettiğini nasıl bilebiliriz? Herşey bir
yana, biz düş gördüğümüz ya da sanrılara kapıldığımız zaman, benzer
duyumlara sahip oluruz, ama onların aldatıcı oldukları ortaya çıkar.
Tecrübemizin doğuluğunu tahkik edebilmenin tek yolu diğer duyumlardır,
fakat aynı problem onlar için de geçerlidir.
Şüpheci idealistler, bizim dış dünyanın varoluşu ya da doğasının kesin
bilgisine sahip olamayacağımızı öne sürerler; biz yalnızca
duyumlarımızın bilgisine sahip olabiliriz. `Dini bütün piskopos'
Berkeley gibi dogmatik idealistler, maddî gerçeklik düşüncesinin bizzat
kendisinin tutarsız ya da çelişik olmasından ötürü, gerçekliğin özü
itibariyle zihinsel olduğunu bilebileceklerini savlayarak, bir adım daha
ileri giderler. Bu görüşün çağdaş versiyonuna göre, gerçeklik
hakkındaki bütün önermelerimiz, `duyu verileri'yle ilgili olan kılık
değiştirmiş önermelerdir. Günümüzde `fenomenalizm' olarak bilinen görüşe
göre, fizikî nesnelerle ilgili önermeler, duyu verileriyle ilgili
önermelerden meydana gelen mantıksal konstrüksiyonlardır. Dolayısıyla,
bir ağaçla ilgili bir önerme kurduğum zaman, o ilke olarak duyumlarımla
-gördüğüm ve belli koşullar altında göreceğim şeylerle- ilgili bir
kompleks önermeler dizisine indirgenebilir. Sağduyunun bir dış maddî
dünya ile ilgili olarak genelde öne sürdüğünün tam tersine, dış dünya
hakkında bildiklerimi ifade eden önermeler, söz konusu önerme
dizilerinin ikincisidir.
Kant 'ın transendental idealizmi, özellikle analitik yaklaşımı
benimsemiş fılozoflar tarafından, yanlış anlaşılmış ve yukarıdaki
idealizm ya da fenomenalizmin bir versiyonu olarak görülmüştür. Oysa,
Kant 'ın transendental idealizmi, gerçekte, onun `empirik' idealizm
adını verdiği görüşün bütün formlarını çürütmek için tasarlanmıştır.
Kısaca, Kant , bize göründüğü şekliyle dünyanın, `görünüşler dünyası' ya
da `fenomenal dünya'nın, kaçınılmaz bir biçimde, zaman ve mekân içinde,
birbirleriyle nedensel etkileşim içinde bulunan nesnelerin maddî bir
dünyası olarak tecrübe edildiğini iddia eder. Biz, dünyayı `kendinde var
olduğu' şekliyle bilemediğimiz gibi, `numenal' dünyanın `kendinde
şeylerinin' fiilen bu şekilde organize edildiklerini de bilemeyiz. Biz,
sadece görünüşler dünyasının bilgisine sahip olabiliriz; dünyanın
gerçekte, tam tamına göründüğü gibi olduğunu varsayamayız. Ancak çok
daha önemlisi bu, bizim yalnızca zihinlerimizin içeriklerinin bilgisine
sahip olabileceğimiz veya görünüşle gerçeklik arasındaki ayırımın bir
temeli olmadığı -empirik idealistler tarafından çıkartılan sonuç-
anlamına gelmez. Allisoti un da işaret ettiği gibi, Kant salt `görünüş'
(Apparenı) ya da `yanılsama' (Schein) ile gerçeklik arasında bir ayırım
yapar. Söz konusu ayırım, insan bilgisinin mümkün tek nesnesi olan
`görünüşler dünyası' (Erscheinungen) içinde yapılır. Kendi terimleriyle
söylendiğinde, Kant bir empirik realisttir: Gerçekliğin nesnel bir
bilgisine erişebiliriz. Kant'ın görünüşle gerçeklik arasındaki
transendental ayırımının anlatmak istediği şey, farklı bir düzenle
ilgilidir. Allison'un da söylediği gibi, '
Transendental düzeyde, ... görünüşlerle kendinde şeyler arasındaki
ayırım, öncelikle, şeyleri (yani, empirik nesneleri) `ele almanın', biri
insan duyarlığının öznel koşullarıyla (zaman ve mekânla) ilişki içinde
ve dolayısıyla, `göründükleri' şekilde, diğeri de bu koşullardan
bağımsız olarak, ve binaenaleyh `kendilerinde oldukları' şekilde olmak
üzere, iki ayrı yoluna işaret eder.
Kant 'ın transendental ayırımının gözettiği amaç, şüphecilik ve empirik
idealizm de dahil olmak üzere, onun çoğu metafıziksel karışıklığın
kaynağı olarak gördüğü şeyin, yani transendental realizmin altını
oymaktır. Transendental realist, görünüşleri kendinde şeyler olarak
değerlendirir ya da başka bir deyişle, onların `insan bilgisinin tümel,
zorunlu ve dolayısıyla a priori koşullarından' bağımsız olduğunu
düşünür. Gerçekten de, transendental realist, insan bilgisini sonsuz bir
akıla ya da Tanrı'ya açık olan mükemmel ya da mutlak bilginin aşağı
düzeyde ya da bulanık bir taklidi olarak anlar. Kant 'a göre, şüphecilik
ve empirik idealizm insan bilgisini bu şekilde anlamaya kalkışmanın
doğal sonuçlandır.
Kant 'ın transendental realizmi reddedişi, böylelikle kendi Kopernik
devrimini daha anlamlı kılmasına da yardımcı olur. Kopernik, temelde
dinî nedenlerle, insanlık Tanrı'nın en önemli yaratığı olduğu için, yer-
yüzünün evrenin merkezinde bulunması gerektiğinde ısrar eden bir
kozmolojinin yıkılmasına katkıda bulundu. Benzer bir biçimde, Kant'ın
eleştirel felsefesine yüklediği esas ödev, daha önceki metafiziksel
karışıklığın son çözümlemede dinî olan kaynaklarını yok etmektir. İnsan
bilgisi, yanıltıcı ve erişilemez olan tanrısal sezgi standartına göre
değil, bütünüyle insanî öge ya da terimlerle anlaşılmalıdır. Kant 'ın
transendental idealizmin yararını göstermeye çalışan ek ispatı, onun,
transendental bakımdan realist bir perspektifin sonucu olan metafıziksel
paradokslara ilişkin tartışmasında bulunur. Gerçeklik hakkında, insan
bilgisinin kaçınılmaz koşullarından soyutlanarak, önemli bir şey
söyleme teşebbüsü, 'kadîm ya da `dogmatik' metafiziğin çelişki ya da
`antinomilerine' götürür. Critigue of Pure Reason [Saf Aklın Eleştirisi]
'ın ikinci kısmı Transendental Diyalektikte, Kant Kant 'ın tecrübemizin
zorunlu yapısıyla ilgili iddiaları kanıtlama teşebbüsleri, bununla
birlikte, bir ihtilâf kaynağı olup çıkmıştır. Özellikle de, onun
`kategorilerin transendental dedüksiyonu' çok sıkı bir incelemeye tâbi
tutulmuştur. Transendental dedüksiyon, tecrübemizin, Kant'ın bütün
mümkün tecrübenin transendental koşulları olduklarını iddia ettiği,
temel karakteristiklerinin zarurîliğini gözler önüne sermeyi amaçlar.
Kısacası, o, birbirleriyle nedensel etkileşim içinde bulunan nesnelerin
maddî dünyasıyla, tecrübenin birlikli öznesini, eşdeyişle `tüm
tasarımlarımıza eşlik edebilmesi' gereken `düşünüyorum'u tanımlayan
`sezgi formları' olarak zaman ve mekânın zarurîliğiyle `anlama yetisinin
saf kavramları'nın zorunluluğunu kanıtlama amacı güder.
Kant 'ın söz konusu argümanı, güçlüğü ile ün salmıştır; onu, burada yeni
baştan kurmaya kalkışmayacağım. Analitik felsefenin temel görüşü
açısından, Kant'ın transendental dedüksiyonlarının, herşey bir yana,
başarılı mantıksal dedüksiyonlar olmadığı açık gibi görünmektedir.
Argümanlar olarak, onlar ya ikna edici değildirler veya pek büyük bir
önemi olmayan analitik iddialara indirgenebilirler. Sonuçta, analitik
fılozoflara göre, Kant 'ın felsefesinde çok büyük bir önemi olan
sentetik a priori doğrular sınıfının boş olduğu anlaşılır. Yalnızca,
analitik doğrular, ki bunlar son çözümlemede içeriksiz veya `totolojik'
doğrulardır, a priori bir biçimde bilinebilir. Analitik felsefe,
böylece, bu türden sorulara ilişkin tüm yeni `spekülatif' tartışmaların
önünü kesmek için, geleneksel felsefeye yönelik bütün eleştirilerini
kullanarak, Kant'ın kritik felsefesinin sert bir eleştirisinden yola
çıkar. Gerçekten de, analitik gelenek Hume 'un ya `olgu sorunlarından (a
posteriori ve sentetik) ya da `ide ilişkileri'nden (a priori ve
analitik) ibaret bir bilgi olarak anlaşılamayan herhangi bir bilginin,
hakikî bilginin değil, ama anlamsızın bir türü olduğu iddiasına döner.
Bu gelenek, felsefenin `cevaplayamadığı' soruları hiç dikkate almaması
gerektiğini öne sürerek, Kant'ın ikileminin olumsuz kutbunu vurgular.
Analitik filozoflar, bu genel eğilimle, Kant'a göre, insan aklının ve
gerçekte, yaşayan ve eyleyen insan bireyinin `duyarsız kalamadığı' temel
sorulara pek önem vermediler. Oysa Kıta Avrupası felsefesi geleneği,
Kant 'ın ne yaparsak yapalım ilgisiz kalamadığımız metafiziksel, ahlâkî
ve estetik sorular bulunduğu kabulüne büyük bir önem atfeder. Kıta
Avrupası filozofları, aynı zamanda Kant 'ın transendental
dedüksiyonlarına da daha fazla sempatiyle bakmışlardır. Onların bakış
açılarından, bu argümanların sıkı mantıksal dedüksiyonlar olmamaları
şaşırtıcı değildir. Kant için, (Hume'un iki meşrû doğru kategorisine
tekabül gelen) mantıksal dedüksiyonla gözlem veya deney, bilgi sınırları
dahilindeki normal empirik kullanımı bakımından, teorik aklın temel
özellikleridir. Onun, söz konusu anlam içinde, anlama yetisinin
(Verstan) sınırlarını tesbit etmek üzere tasarlanan kendi eleştirel
felsefesi, bu sınırların ötesine geçme riskini kaçınılmaz olarak göze
almak durumundadır. Felsefî refleksiyon, anlama yetisinin daha sınırlı
ve hiç şüphe yok ki, daha güvenilir yöntemlerine indirgenemez. Açıktır
ki, Kant da, transendental argümanlarını sıkı mantıksal dedüksiyonlar
olarak düşünmedi. Dieter Heinrich, onun aklında her şeyden önce hukukî
bir paradigma ve yasal delil standartlarının olduğunu öne sürmüştür.
Felsefî açıklamalar, hiçbir zaman itiraz kabul etmeyen kanıtlamalar
olmayıp, zorunlulukla holistik olan ve `haklı kılınmak için benimsenen
söylem formları' kadar asla açık ve dakik olmayan inceleme/denemelerdir
(prohationes).`Aklın' (Vernunft) bir faaliyeti olarak felsefi
refleksiyon, bilgi ya da anlama yetisinin emin ama dar olan sınırlarının
ötesinde iş görür. Ondan sonra yaşamış olan Kıta Avrupası filozofları,
Kant 'a ilişkin empirist ve daha sonraki analitik yorumların genel
eğilimiyle tam bir karşıtlık içinde, `salt' anlama yetisine zıt olarak
felsefî akla çok büyük bir değer verirler. Keza, ahlâkî ya da pratik
akıl ve yargıyla meşgul olan ikinci ve üçüncü eleştiriler, Kıta Avrupası
geleneği için de, daha büyük bir rol oynar. Ahlâkî ve politik sorular,
Kant'ın, bir olgunlaşma ya da bağımlılıktan kurtulma süreci olarak
tanımladığı Aydınlanma kavrayışının kesinlikle merkezinde yer alır:
`Aydınlanma insanın, gücünü kendisine zorla kabul ettiren çocukluktan
çıkışıdır. Çocukluk ise, kişinin kendi aklını başkalarının rehberliği
olmadan kullanamamasıdır. Bununla birlikte, o yalnızca, kısıtlayıcı
bağlardan kurtarılmış olgusal ya da bilimsel açıklamâ arayışını
düşünmediğini yeterince açık hâle getirir. Sadece, `anlama yetim olarak
hizmet görecek bir kitap'tan değil, fakat `vicdanım olarak hizmet edecek
bir papaz'dan ve `otokratik despotizm'- den de, olgunluğun önündeki
engeller diye söz edilir. Düşüncelerini sorumluluk sınırları içinde
ifade etme özgürlüğü, dinî konulardaki özgürlük, yasamaya ilişkin
serbest tartışma, bütün bunlar sona ermemiş olan Aydınlanma sürecinin
özsel öğeleridir. `Özgür düşünme', `insanların giderek daha fazla özgür
eyleyebilmeleri' için, `bir halkın zihniyetini yavaş yavaş etkileyen'
bir tohum'dur.. Kant'ın, Aydınlanma projesi karşısında daha eleştirel
bir tavır takınan halefleri, düşünce ve tecrübenin sanatsal, estetik ve
dinî alanları kadar ahlâk ve politikayla ilgili sorunlar üzerinde daha
fazla yoğunlaşma eğilimi gösterdiler.
Çağdaşlarından bazılarının tersine, Kant , Aydınlanma felsefesinin ahlâk
ve din için ciddî bir problem yarattığının kesinlikle farkındaydı.
Herşeyin ötesinde, maddî neden ve sonuçların bir alt alta dizilişi
olarak, katışıksız bir biçimde mekanist bir dünya görüşü, özgürlük ve
ahlâkî sorumluluk kavramlârının altını kazıyor gibi görünür. La Mettrie
'nin (1709-1751) Man a Machine[Makine İnsan] 'i benzeri bir eserin
telkin ettiği gibi, insan varlıkları yalnızca nedensel güçlerin
oyuncakları, onların eylemleri de biyolojinin veya toplumsal
koşullanmanın sonuçları ise eğer, bu takdirde onları özgür ve sorumlu
failler olarak görmenin pek bir manası yok gibidir.
Aydınlanmanın bilimsel rasyonalitesinin ahlâkî ilke ya da buyrukları
nasıl olup da destekleyebileceği (Hume'un terimleriyle söylendiğinde,
`olması gereken'in [değerin] nasıl olup da `olan'dan (olgudan]
çıkarsanabileceği) hususu da açık değildir. İnsan eylemlerine ilişkin
nesnel bir ahlâkî değer biçmenin temelleri de çok ' gözle görülür bir
biçimde çökertilir.Kant 'ın buna tepkisi, ahlâkî yargı için, bilimsel
akıldan bağımsız olan sağlam bir temel .tespit etmeyi amaçlayan, ikili
bir stratejiden oluşur. Herşeyden önce, saf aklın eleştirisi, bilimsel
rasyonalite ya da anlama yetisinin aşırı iddialarına, (Kant'a ilişkin
bazı empirist yorumların da öne sürdüğü gibi) ahlâk ve dinin iddialarını
reddetmek için değil, fakat tam tamına `inanca kapı açmak' için, sınır
çeker. İkinci baskının Önsöz'ünde, Kant şunu söyler:
Binaenaleyh, inanca kapı açmak için bilgiyi sınırlamanın zarurî olduğunu
gördüm. Metafiziğin dogmatizmi, yani metafizikte, önceden saf aklın bir
eleştirisi yapılmadan ilerleme kaydetmenin mümkün olduğu önyargısı,
ahlâka düşman olduktan başka, hep dogmatik olan, bütün bu inançsızlığın
kaynağıdır.
Onun kendi dinî inançları, teolojik öğretiden ziyade, ibadete önem veren
Lutherci bir akım olan Piyetizmden etkilenmiştir. Kant'ın stratejisinin
ikinci, daha önemli kısmı, ahlâk ve dine, onun saf akla ilişkin
eleştirisiyle tutarlı olan, sağlam bir temel temin etmekten meydana
gelir. Gerçekten de, o aynı akılyürütme çizgisini sürdürür. Onun ahlâkî
yargının nesnelliğine ilişkin alternatif açıklaması, pratik tecrübemizin
transendental koşullarına ilişkin bir incelemeye dayanır. Eğer ahlâkı
insan varoluşunun bir olgusu olarak görüyorsak, bu takdirde onun
imkânının zorunlu koşulları nelerdir? Ahlâkî tecrübe ve yargının zarurî
`postülaları' nelerdir?
Kant 'ın cevabı, özgür olmadığımız takdirde, eylemlerimizden sorumlu
tutulamayacağımız ve eylemlerimize ahlâkî yargılar uygulanamayacağı
için, ahlâkın temel postülasının özgürlük olduğu şeklindedir. Bununla
birlikte, özgürlük, Kant'ın fizikî dünyanın temel bir özelliği olduğunu
gösterdiği, nedensel zorunlulukla uzlaştırılmalıdır. O, bu uzlaştırmayı
gerçekleştirmek için, fenomenal dünya ile numenal dünya arasındaki
ayrımdan yararlanır. Özgürlük, nedensel olarak belirlenmiş empirik ya da
fenomenal benin değil de, numenal ya da akılla anlaşılabilir benin bir
özniteliği olarak anlaşılır.Başka bir biçimde söylendiğinde, özgürlük
kendimizi, aynı anda fizikî, ve dolayısıyla nedensel olarak koşullanmış
varlıklar olsak bile, bir yandan da dünyadaki failler olan,
ben-bilincine sahip kişiler olarak düşünme tarzımızın temel bir
özelliğidir. Kant , kendi ahlâk anlayışının, özgür ya da ahlâkî eylemin
tikel insan bireylerinin veya fenomenal benlerin 'empirik`
güdülenmelerinden, arzu ve itkilerinden tümüyle arındırılmış bir şey
olması gerektiği sonucuna götürdüğünü düşünür. Ahlâkî bir eylem, bireyin
belli bir çıkarı ya da arzusunun değil de, yalnızca doğru olanı yapma
niyetinin sonucu olmalıdır. Ahlâkın `sentetik a priori' ilkeleri, şu
hâlde, ayırd edici tüm bireysel özellikleri silinmiş, soyut bir rasyonel
irâde ya da fail kavramından türetilmelidir. Birey, yalnızca aklın
ürünü olan evrensel bir ahlâk yasasına uygun olarak eylediğinde, özgür
ve ahlâkî bir biçimde eyler.
Sonuçta, Kant'ın ünlü `kategorik buyruğu', ahlâkî özneleri, eylemlerinin
maksimlerini (temel kural)`evrenselleştirme'ye davet eder: `Yalnızca,
aynı zamanda evrensel bir yasa hâline gelmesini isteyebileceğin maksime
göre eyle!' Bu, `başkalarının sana yapmalarını istediğin şeyleri
yapmalısın' diyen daha ünlü `altın kural'ın Kant 'taki versiyonudur.
Kant'ın kategorik buruğunu açıklamak için kullandığı örneklerle,
ahlâksız eylemlerin, herkesin yapabileceği örnekler olarak görüldüğü
zaman, kendi kendilerini çürütücü hâle geldiklerini göstermek amacı
güdülür. Buna göre, yalan söylemek, yalnızca insanların çoğu doğruyu
söylediği takdirde, etkili olur (yalana inanılır ve yalan söyleyen
kişinin gizli emellerine hizmet edilir). Herkes yalan söylerse (bu
eylemin maksimini evrenselleştirdiğimiz takdirde, söz konusu olan
hipotez), o zaman hiç kimseye inanılmaz ve hem doğruyu söyleme kurumunun
hizmet ettiği amaçlar ve hem de yalancının emelleri kaçınılmaz olarak
boşa çıkar. Kant'ın, birincisine eşdeğer olması hedeflenen formüllerinin
bir diğerinde, kategorik buyruk, başkalarını asla ve asla sadece
araçlar olarak değil, fakat her zaman kendilerinde amaçlar olarak görmek
gerektiği buyruğuyla ifade edilir:
insan, ve genel olarak da, her rasyonel varlık, sadece~şu ya da bu
irâdenin keyfi kullanımı için bir araç olarak değil. kendinde bir amaç
olarak varolur: O, ister kendisine, isterse başka rasyonel varlıklara
yönelmiş olsun, tüm eylemlerinde aynı zamanda hep bir amaç olarak
görülmelidir. (Biz her ne kadar, her iki tarafın da özerkliğine saygı
gösterdiği sürece, tüm tarafların hiç şüphe yok ki yararına olan
ilişkilere gönül rızası ile girebilsek de) Başka insanları hiçbir zaman
salt kendi kişisel amaçlarımızın araçları olarak kullanmamalıyız. Ahlâkî
bir biçimde eylemek, başkalarına akılla anlaşılabilir veya rasyonel
varlıklar ve dolayısıyla ahlâkî amaçlar olarak muamele etmek demektir.
Kant'ın en anlamlı, ama maalesef, en karanlık değerlendirmelerinden
bazıları, onun eleştirilerinden üçüncüsünde, estetik yargı ile
teleolojik yargının birbirleriyle ilişkili olan eleştirilerini içeren
Critique of Judgment [Yargı Gücünün Eleştirisi] 'ta yer alır. Kant ,
sanat felsefesine etkili bir katkı yapmış olmanın yanında, saf aklın
eleştirisiyle pratik aklın eleştirisi arasında bir köprü olarak
tanımlanan şeyi sağlamıştır. Stuart Hampshire'ın sözleriyle, `bizi azgın
doğadan rasyonel özgürlüğe götüren bir köprü vardır. Estetik tecrübe,
insan yaşamının görünüşte mukayese edilemez olan iki boyutu, yani bir
yandan (empirik ya da bilimsel bilginin nesnesi olan) fizikî doğanın
deterministik alanı içindeki bedensel varoluşumuzla, diğer yandan da
yalnızca pratik aklın evrensel buyruklarına itaat eden özerk rasyonel
failler olarak varoluşumuz arasındaki şiddetli karşıtlığı yumuşatır.
Doğal güzelliğe ilişkin estetik tecrübemiz, başarılı sanat eserinin
gözle görülür olan doğal zorunluluğunu yansıtan bir bilinç -her ne
kadar, `kendinde bir amaç olarak', belirli bir işleve hizmet etmese
dahi, onun olduğundan başka türlü olamayacağı hissi- doğurur. Bir sonuç
olarak, biz 'doğada kendimizi evimizdeymiş` gibi hissetme imkânı
buluruz:
Beğeni yargısı açısından, güzel bir sanat eseri, doğadaki canlı bir
organizmanın kendi kendini şekillendiren canlılığına sahiptir. Kendi
belirsiz amaçlılıklarıyla birlikte, doğanın şekillendirici güçleri ve
insan varlıklarının özgür, şekillendirici güçleri arasındaki boşluk
kapanmıştır. İnsan varlıkları, bölünmüş benlerinin ahlâkî çabalarda
yarattığı gerilime rağmen, kendilerini doğada önemli ölçüde
evlerindeymiş gibi hissederler. ...Ahlâklı insanla doğal süreçler
arasındaki tehdit edici boşluğu diğer taraftan hareketle kapatırken,
doğal güzelliği, doğal varlıklarla ilgili `doğal süreçleri amaçsız bir
mekanizma olarak değil de, sanatla benzerlik içinde' değerlendiren, bir
görüşü talep eden bir şey olarak görürüz. Kant, en azından 1787
ertesine kadar, doğadaki amaçlılığı, Tanrı'nın amaç gözeten plânının
aktüel ürünü olarak görmez. Bununla birlikte, evrene estetik açıdan,
sanki o bir amaç gözetilerek yaratılmış ya da düzenlenmişçesine, değer
biçişimiz, bizim ahlâkın eğilip bükülmez taleplerini maddî dünyanın
olgusal kayıtsızlığıyla bağdaştırmamızı kolaylaştırır. Kant'ın bu
anlamlı mülahazaları Kıta Avrupası geleneği içinde yer alan diğer
düşünürler tarafından kabul görmüştür. Örneğin, Friedrich Schiller ,
`İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine' başlığını taşıyan denemesinde, sanatı,
insanlık için ahenkli, organik bir birliğin yeniden ele geçirilmesinin
aracı olarak görür. Güzellik `doğa hâli'nden (Naturstaat), salt fızikî
bir boyutu olan bireyin tam zıddı olan ahlâklı bireyin ihtiyaçlarına
daha uygun gelen ahlâkî evreye (sittlicher Staat) giden yoldur. Güzellik
özgürlük yoludur. Kant 'ın üçüncü eleştirisiyle Aydınlanma ve
moderniteye Romantizm, Hegel ve diğer Kıta Avrupası düşünürleri
tarafından yöneltilen eleştiriler arasında, işte bu genel eğilim
açısından da, yakınlıklar olacaktır.
Kaynak: Kıta Avrupası Felsefesine Giriş- Türkçesi: Ahmet Cevizci -Paradigma-1998
Kritisizm Nedir?
Alman düşünürü Immanuel Kant'ın öğretisi...
Kant'a göre felsefe araştırması, bir değerlendirme (eleştiri) olmalıdır.
Felsefe, us (Al. Vernunft)'la yapılıyor. Öyleyse usu değerlendirmek,
onun ne olduğunu ve ne olmadığını iyice bilmek gerek. Felsefe nasıl bir
usla yapılıyor?.. Deneyden yararlanmayan bir salt us (Os. Akli mahiz,
Fr. Raison pure, Al. Reinen vernunft)'la. Öyleyse salt us nedir?
Kant'ın üç büyük yapıtından ilki olan Salt Usun Eleştirisi (Kritik Der
Reinen Vernunft, 1781) bu sorunun karşılığını araştırır. Salt us,
duyarlığın (Al. Sinnlichkeit) verilerinden alınmamış olan (a priori) bir
bilgiyi gerçekleştirdiği iddiasındadır. Buysa nesneler düzenini aşarak
düşünce düzenine yükselmek demektir. Öyleyse salt usun bilme yöntemi bir
aşkınlık yöntemi'dir.
Salt us bu yöntemle gerçek bir bilgi edinebilir mi? Öyleyse bilgi nedir,
önce onu tanımlamak gerek. Kant'a göre her bilgi, bir yargı (Al.
Urteil)'dir. Ne var ki her yargı, bir bilgi (Al. Kenntnis) değildir.
Örneğin "her cisim yer kaplar" yargısı bize yeni bir bilgi vermez, çünkü
"cisim" kavramı esasen "yer kaplamayı" içerir; bu yargıda sadece bir
çözümleme yapılıyor ve "cisim" kavramı çözümlenerek kendisinde esasen
bulunan bir bilgi hiçbir gereği yokken yeniden ortaya konuyor.
Oysa "bu yük ağırdır" yargısı bize yeni bir bilgi verir, çünkü "yük"
kavramı kendiliğinden ağır ya da hafif olduğunu bildirmez; burada,
ötekinin tersine, bir çözümleme değil bir bireştirme yapıyoruz ve "yük"
kavramıyla "ağır" kavramını birleştirerek yeni bir bilgi elde ediyoruz.
Demek ki bize bilgi veren yargılar, çözümsel yargılar değil, bireşimsel
yargılar'dır. Salt us bu bireşimsel yargıyı aşkınlık yöntemiyle, deneyi
aşarak gerçekleştirebilir mi? Kant bu soruya kesin olarak şu karşılığı
veriyor:
Gerçekleştiremez. Böylece metafiziği kesin olarak yıkmış oluyor: Salt
us, deneyden yararlanmadan hiçbir bilgi gerçekleştiremez. Öyleyse
metafizik tasarımlar, insanların romantik düşlerinden başka bir şey
değildirler. (Bu vargı, Kant'ın materyalist yanını belirtir ve Engels
bunun içindir ki kendisine utangaç materyalist der).
Kant öncesi felsefenin tanrılaştırdığı us, böylelikle tahtından
indirilmiş olmaktadır; artık, aşkınlık yöntemiyle çalışan salt usa
güvenilmeyecektir. Kant araştırmakta, eşanlamda eleştirmekte devam
ediyor: Salt us, bireşimel yargı olan bilgi'yi niçin gerçekleştiremez?.
Çünkü us, sadece bir bireştirme işini gerçekleştirmektedir ve bu iş için
gerekli gereçleri nesneler düzeninden almaktadır.
Elimizle tuttuğumuz taşı yere bırakınca onun düştüğünü görüyoruz ve
ancak ondan sonradır ki (a Posteriori) "bırakılan taş düşer" bilgisini
edinebiliyoruz. Bu deneyi yapmadan önce (a priori) bu konuda hiçbir
bilgimiz olamaz. Bize bu gereçleri veren duyarlık'tır. Duyarlık, bu
gereçleri bize nasıl veriyor? Zaman ve mekân içinde veriyor. Oysa
nesneler düzeninde zaman ve mekân diye bir şey yoktur.
Demek ki bunlar duyarlığın dışardan almadığı, kendinden çıkardığı bir
şey lerdir ve duyarlık bunları katmadan, dışardan aldığı hiçbir şey i
bize gönderemez. Bunlar, deneyden elde edilemeyeceklerine göre, usun
verileri midir? Kant, bu soruya da kesinlikle şu karşılığı veriyor:
Hayır, bunlar usun verileri olamaz. Çünkü küçük çocuklar zaman ve uzayı
düşünmeksizin bilirler, hiçbir ussal işlemi gerçekleştiremedikleri halde
sevdikleri şeylere yaklaşır ve sevmedikleri şeylerden uzaklaşırlar.
Öyleyse, duyarlık, ne nesneler düzeninden ne de düşünce düzeninden
aldığı bu şeyleri nasıl elde etmiştir?.. Kant, bu soruya, kendine özgü
bir karşılık veriyor: Sezi (Al. Ansehauung)'yle.
Kant'a göre bunlar birer biçim'dir ve ancak duyarlığın sezisiyle elde
edilebilir. Zaman iç duyarlığın biçimidir, içimizden gelen her duygu
zamanla birliktedir; mekân dış duyarlığın biçimidir, dışımızdan gelen
her duygu mekânla birliktedir. Katılmadikları hiçbir duyumun
gerçekleşemeyeceği bu biçimler, usun verileri olmadıkları halde
deneyüstü (Al. Transzendentale)'dürler. Deneyden çıkarılmamışlardır ama
bunlarsız da deney yapılamaz.
Görüldügü gibi, Kant, artık aşkın (Al. Transzendent) kavramından
deneyüstü (Al. Transzendental) kavramına geçmektedir; ona göre aşkın
bilgi olamaz ama deneyüstü bilgi olabilir. Bir soru daha gerekiyor:
Deneyden gelen verilere duyarlığn seziyle elde ettiği birimlerin
katılması, bilimsel bir bilgiyi gerçekleştirmeye yeter mi? Yetmeyeceğini
söyleyen Kant, sonunda, us'a deneyüstü bir görev bulmuştur: Bireştirme
işi.
Kant'a göre us bu görevi gerçekleştirmeseydi, ne duyuların verileri ve
ne de duyarlığın katkıları bilimsel bilgiyi gerçekleştirebilirdi.
Öyleyse us, bu bireştirme işini nasıl yapıyor? Duyarlığın katkısıyla
birlikte gelen bilgi gereçlerini düzenleyici kalıplara (Tr. Ulam, Al.
Kategorie) sokarak. Us, bu kalıpları ne deneyden ve ne de duyarlığın
sezişinden almıştır; bu kalıplar onda temel olarak vardırlar ve
kendisiyle birliktedirler. Demek ki, Kant'a göre bilgi, gene de,
nesneler düzeninde değil, us'un düşünme düzeninde (Al. Verstand)
gerçekleşmektedir. Kant, böylelikle kendi düşünme yöntemini de bulmuş
oluyor: Deneyüstü yöntem (Al. Transzendental methode).
Kendi kurduğu bu terimle, eleştirici bakışını dilegetirerek, bilgi'nin
duyuların ürünü olduğunu savunan duyumculuk'la anlığın ürünü olduğunu
savunan anlıkçılık'ın üstüne aşıyor ve gerçeğin, her ikisinin birleşik
bir üstünde'liğinde olduğunu ileri sürüyor.
Önemli olan şudur ki, Kant, deneyüstü'ne deney'le bağıntısını kesmeden
çıkmaktadır. Us, bireştirme görevini gerçekleştirirken deneyle
bağıntısını koparırsa —ki fiziğin üstüne yükselme anlamında
metafizik budur— aşkın'ın alanına girer ve köksüz düşler
kurmaya başlar. Kant'ın deneyüscülüğü, bir bağıntıcı deneyüstücülük'tür.
Bu düzeyde ancak deneyden gelen veriler birleştirilir, salt usun
kurguları bireştirilemez. Usun bireştirici kalıpları, deneyle hiçbir
ilgileri olmayan ve deneyden çıkarılmamış önsel (a priori) kalıplardır
ama ancak deneyin verilerini bireştirmekte işe yarayabilirler.
Kavramlar'la nesneler asla kopmaksızın bağıntılı olmalıdır. Metafizik,
bu bağıntıyı gerçekleştiremediği içindir ki metafizik bilgi olamaz.
Yoksa, Kant'a göre; kesin, tümel, her zaman ve her verde geçerli bilgi
elbette deneyüstü önsel bir bilgidir. Çözümsel yargıların tümü
sonsaldır, deneyden sonra gerçekleşmişlerdir ve bu yüzden bilimsel ve
kesin bir bilgi vermezler. Bireşimsel yargıların da önsel olanları
vardır ama sonsal olanları da vardır. İşte asıl kesin ve bilimsel bilgi
bu önsel bireşimsel yargı'lardadır.
Örneğin matematik yargıların tümü bu niteliktedir, "iki kez ikinin dört
ettiği" yargısı hiçbir deneyden çıkarılmamıştır. Çünkü deney sınırlıdır,
bin deney yaparız ama bin birinci deneyde ne elde edeceğimizi
bilemeyiz. Matematik yargılar, deneyden çıkmamış önsel bireşimsel
yargı'lardır ama bir bakıma bu karakterde olan metafizik yargılara
benzemezler, çünkü her zaman deneye uzanabilirler. İki kez ikinin dört
ettiği her zaman denenebilir, Tanrı'nın varlığı hiçbir zaman denenemez.
(Kant, bu düşüncelerinden ötürü, 1794'te Gillaume II. hükümetinden bir
ihtar almış ve din konusunda yazı yazması yasaklanmıştır).
Kant, usun önsel kalıplarını, Aristoteles'ten de yararlanarak, yargı
biçimlerinden çıkarıyor. On iki yargı biçimi vardır, öyleyse bunlardan
her birini meydana getiren —kendisiyle
biçimlendiren— on iki kalıp olmalıdır. Bir yargı, ya "insanlar
ölümlüdür" önermesinde olduğu gibi tümel (Os. Külli, Fr. Universel), ya
"kimi insanlar erdemlidir" önermesinde olduğu gibi tikel (Os. Cüz'i,
Fr. Particulier), ya da "Sokrates düşünürdür" önermesinde olduğu gibi
özel (Os. Hususi, Fr. Singulier) olur.
Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Tümellik (Os. Külliyet, Al.
Allheit), çokluk (Os. Kesret, Al. Vielheit), teklik (Os. Vahdet, Al.
Einheit) kalıplarıdır ki nicelik (Os. Kemmiyet, Al. quantitaet) ana
kalıbında toplanırlar. Bir yargı, ya "Herakleitos usludur" önermesinde
olduğu gibi olumlu (Os. İcâbi, Fr. Affirmatif), ya "Diogenes uslu
değildir" önermesinde olduğu gibi olumsuz (Os. Selbi, Fr. Négatif), ya
"ruh ölmezdir" önermesinde olduğu gibi sınırlayıcı (Os. Tahdidi, Fr.
Limitatif) olur.
Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Varlık (Os. Hakikat, Al.
Realitaet), yokluk (Os. Selb, Al. Negation), sınırlıtık (Os. Mahdudiyet,
Al. Limitation) kalıplarıdır ki nitelik (Os. Keyfiyet, Al. qualitaet)
ana kalıbında toplanırlar. Bir yargı, ya "Tanrı iyilikçidir" önermesinde
olduğu gibi kesin (Os. Hamli, Fr. Catégorique), ya "Tanrı iyilikçiyse
kötüleri sevmez" önermesinde olduğu gibi varsayımsal (Os. Şartı, Fr.
Hypothétique), ya "Tanrı ya iyilikçi, ya da kötülükçüdür" önermesinde
olduğu gibi ayrık (Os. Munfasil, Fr. Disionctif) olur.
Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Tözlülülük (Os. Cevheriyet,
Al. Substantialitaet), nedensellik (Os. İlliyet, Al. Causalitaet),
karşılıklık (Os. Müşâreket, Al. Wecheelwirkung) kalıplarıdır ki ilişki
(Os. İzâfet, Al. Relation) ana kalıbında toplanırlar. Bir yargı, ya
"insanlık belki dik yurümeyle başlamıştır" önermesinde olduğu gibi
belkili (Os. İhtimâli, Fr. Problématic), ya "Tanrının iyilikçi olması
gerekir" önermesinde olduğu gibi zorunlu (Os. Zaruel, Fr. Apodictique),
ya "dünya yuvarlaktır" önermesinde olduğu gibi savlı (Os. Tahkiki, Fr.
Assertorique) olur.
Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Olanaklılık (Os. İmkân, Al.
Möglichkeit), zorunluk (Os. Vücub, Al. Nothwendigkeit), gerçeklik (Os.
Hâriyet, Al. Wirklichkeit) kalıplarıdır ki kiplik (Os. Darp, Al.
Modalitaet) ana kalıbında toplanırlar. Görüldüğü gibi Kant, deney
verilerinin ancak on iki biçimde birbirleriyle bireştirilebileceğini
ileri sürmektedir. Bu on iki biçimi de dört ana biçimde (nicelik,
nitelik, ilişki, kiplik) topluyor.
Bunlann içinde en önemli bulduğu ilişki'dir. Çünkü her bireşim bir
ilişkiyi dilegetirir. Bu ilişkilerden de zorunlu olarak nedensellik ve
süreklilik yasaları çıkar. Bu yasalar da, kendilerinden çıkarıldıkları
kalıplar gibi, önseldirler. Kant, bu önsel, deneyden alınmamış, usun
kendi malı olan kalıpların, ilkelerin ve yasaların uygu alanını
sınırlarken sadece metafizik yolunu kapamakla kalmıyor; fizik yolunu da
kapayarak bilinemezci üçüncü felsefe'nin kapılarını açıyor.
Kant'a göre us, deneyin verileriyle bağını koparıp metafizik
yapamayacağı gibi deneyin verilerinin arkasına geçerek fizik de yapamaz.
Çünkü deney bize sadece görünenler (Al. Erscheinung)'i vermektedir.
Bizse bu görünürlerin ardında bir de kendilik (Al. Ding an sich) hayal
ediyoruz ve yukarı sınırı aşmaya çalıştığımız gibi bu aşağı sınırı da
aşmaya çalışıyoruz. Kant, bu her iki aşamayı da aynı aşma (Al.
Transzendent) saymakta ve usun kalıplarının sadece şeyin görüneni
(fenomen)'ne uygulayıp şeyin kendisi (numen)'ne uygulanamayacağını
söylemektedir. Kant, böylelikle, usun sınırını kesinlikle çizmiş oluyor.
Bu sınır şeyin kendiliği'dir ve hiçbir zaman aşılmamalıdır, çünkü
bilinemez.
Kant'ın oluştuğu ortam, bir matematik-fizik-usçuluk ortamıdır. Nitekim
genç Kant da üniversiteyi fizik doktora teziyle bitirmiştir. Matematiğin
ve fiziğin ilkeleri usun ürünü sayılmakta, gerçeğe us yoluyla
varılabileceğini savunan Antikcağ Elea'lılarının düşüncesi Leibniz-Wolff
öğretisinde en yüksek aşamasına ulaşmış bulunmaktadır. İngiltere'den
gelen yepyeni bir ses, David Hume'un sesi, usun eleştirilmesini ve
yetilerinin gereği gibi belirtilmesini öğütlemektedir.
Tarihsel düşünce diyalektiği XVIII. yüzyıl sentezini us'ta
gerçekleştirmiştir. Böyle bir ortamda Kant, zorunlu olarak yapması
gerekeni yapmış ve şu sonuca varmıştır: "Bizler, gizlerle dolu bir
evrende bir düşün düşünü görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiçbir şey
yoktur. Sezişlerimizin, kavramlarımızın, deneydışı ide'lerimizin içine
gömülmüşük; bir şey ler kuruyoruz. Ne var ki, bildiğimizi sandığımız şey
sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir nesneyle asla
bilemeyeceğimiz bir öznenin birbirlerine olan ilişki'sinden doğmuştur".
Nesneyi bilmiyoruz, özne'yi de asla bilemeyeceğiz, us'a zorunlu olarak
bu iki bilinemez'in ortasindaki ilişki alanı kalıyor. Oysa us, özgür
olma dileğindedir; aşma çabaları bu yuzdendir.
Salt Usun Eleştirisi'nde bu özgürlük dileğinin işe yaramadığı
anlaşılmıştır; salt us deneyle olan bağını kopararak kuram yapamıyor,
ama eylem de yapamaz mı?.. Kant'ın ikinci büyük yapıtı Uygulayıcı Usun
Eleştirisi (Kritik Der Praktischen Vernunft, 1788) bu sorunun
karşılığını arayacaktır. Zorunlukla olan'ın karşısında bir de özgürlükle
olan var. Öteki bilim, buysa törebilim alanıdır. Us, salt olamıyor ama
uygulayıcı olabilir. Ne var ki bu durumda adı değişerek irade olur.
Doğru'nun duyusu nasıl nesneler düzeninden düşünce düzenine yükselip
biçimlenmek zorundaysa, iyi'nin duyusu da öylece düşünce düzeninde
biçimlenip nesneler düzenine inmek zorundadır. Özgürlükle olmayan
iyiliğin hiçbir anlamı olamaz.
Ceza korkusu, armağan umudu, beğenilme isteği, göreneğe uyma zorunluğu
vb. gibi etkenlerle gerçekleştirilen iyilik, gerçek iyilik değildir.
Demek ki usun uygulayıcı olarak çok önemli bir görevi var: İyiliği,
özgürlükle, salt iyilik için gerçekleştirmek. Bu özgürlük, duyarlığın
bütün etkilerinden kurtulmuş bir özgürlük olmalıdır. Özgürlük zorlamaz,
sadece yükümlü kılar. Törebilimsel yasa, fizik yasa gibi zorunlu olamaz.
O, serbest bir serim işidir. O, kendi yasasını kendisi koyar. Önceden
konmuş ve verilmiş bir yasaya uymaz.
Demek ki tanrısal ve dinsel bir törebilim, gerçek bir törebilim
değildir. Yasa'yla özgürlük'ün çelişkisi, ancak kendi yasanı kendin
koy'makla aşılabilir. Ancak bu yasayı insanlığa bir araç olarak değil,
bir erek olarak belirtecek bir biçimde koy'malı. Yoksa deney alanıyla
yeniden bir ilişki kurup özgürlüğünü yitirmiş olursun; çünkü insanlığı
araç olarak gözeten bir yasa, usun özgür yasası değil, kişisel çıkarının
yasasıdır. Bu yasa evrensel ol'malı. Yoksa bu yasa usun gerçek ürünü
olan önsel bireşimsel yargı niteliğini taşımaz ve tümel geçerli'lik
niteliğini elde edemez.
Törebilimsel yasa, deneylerden elde edilmiş bir koşullu (Al.
Hypothetisch) yasa değil, uygulayıcı usun kendi kalıplarında
biçimlendirdiği bir düzenlenmiş (Al. Kategorisch) yasadır. Bir şey elde
etmek için değil, iyilik için iyilik edilecek. İşte Kant'ın iyi irade
(Al. Gute wille) adını verdiği özgür irade budur. (Kant, bu törebilimsel
düşüncelerini, söz konusu yapıtından çok Grundlegung zur Metaphysik der
Sitten ve Metaphysik der Sitten adlı yapıtlarında incelemiştir).
Görüldügü gibi Kant, Salt Usun Eleştirisi'nde yadsıdığı metafiziği
pratik usun eleştirisinde diriltmeye çalışmaktadır. Kant'ın bu idealist
eğilimi üçüncü büyük yapıtında daha da belirecektir. Doğru ve iyi
ideleri incelendikten sonra geriye usun üçüncü bir işlevi kalmıştır:
Güzel idesi. Us, doğayla törebilim arasında kalan estetik alanda nasıl
işliyor ve bu işleyişin de ötekiler gibi önsel ilkeleri var mıdır?
Kant'ın üçüncü büyük yapıtı Yargı Gücünün Eleştirisi (Kritik der
Urteilskraft, 1790) bu sorunun karşılığını arayacaktır. Kant, duyulardan
gelenle (salt us) düşünceden giden (uygulayıcı us) arasındaki köprüyü
yargı gücü adını verdiği (yargılayıcı us) ussal bir yetiyle kurmak
istiyor. Deneylerden gelenle düşünce gerçekleşiyor, düşünceden giden de
deneyde gerçekleşecek. Oysa bu gerçekleşmenin usun buyruğuna uygun olup
olmadığını yargı gücü denetleyecek. (Bu tema, diyalektik materyalizmin
teori, pratikle doğrulanır önermesinin Kantcı sezisidir).
Doğru bir düşünceyle gerçekleştirilen bir iyi'liğe "güzel bir davranış"
diyoruz. Öyleyse güzel bu iki ideyi birbirine bağlayan bir köprüdür ki
bunu da yargı gücü gerçekleştirir. Kant, güzel'i yüce'den ayırıyor. Bir
fırtınada denizin kudurmuş dalgalarına bakarak "ne güzel" diyebiliriz
ama gerçekte duyduğumuz güzellik değil; büyüklük, güçlülük ve
ürkünçlükten doğan yücelik (Al. Erhabene)'tir. Yücelik, böylesine gürel
(Fr. Dynamique) olabildiği gibi yıldızlı bir gecenin ihtişamı gibi
matematiksel (Fr. Mathématique) de olabilir. Böylece yüce'den ayrılan
güzel; iyi'den, hoş'tan yararlı'dan da ayrılmaktadır.
Güzel'in niteliği, hiçbir karşılık gözetmeksizin yargılanır oluşudur.
Kantcı törebilime göre iyi de bu niteliği taşır, oysa iyi eylemsel bir
irade işidir; güzelinse ne eylem ne de iradeyle ilgisi vardır. Hoş
duyusal bir beğeni, güzelse yargısal bir beğenidir. Bir tabak meyve
tablosu, onları yemek isteğini duyurursa hoş ve ancak bu isteği
duyurmadıkça güzel'dir. Yararlı elde edilmek istenir, güzelse sadece
seyredilir. Hiç bir karşılık gözetilmeden beğenilmek onun temel
niteliğidir.
Güzelin başka bir niteliği de tümel geçerli oluşudur, Kant böylece önsel
bireşimsel yargıyı burada da yakalamış oluyor. Demek ki güzel'de de bir
önsellik var, bu önsellik bizi kendisine karşı belli bir tutuma zorlar.
Bu tutum, özel değil, genel bir tutumdur; sadece bizim için değil,
herkes için geçerlidir. Güzellik yargısı kavramsız (Fr. Sans concept)
bir yargıdır, demek ki bir bilgi işi değildir. Güzellik, ereği düşünü
bir ereksellik'tir.
Bir müzik parçasında bize zevk veren onun bestelenme nedeni değildir,
oysa o gene de bir ereğe uygun olduğu için güzeldir. Kant, böylece,
estetik yargı (Fr. jugement esthétique)'yi ereksel yargı (Fr. jugement
téléologique)'dan ayırıyor. Sanatçı güzel'i yaratırken onu belli bir
ereğe göre biçimlendirir, bizse o güzel'i ereğini düşünmeden kavrarız.
Güzelin bizler için anlamı kendi ereğine uygunluğu değil, bizim
ereğimize uygunluğu'dur.
Kant, yapıtının ikinci bölümünde, ereklik (Al. Finalitaet) kavramını
incelemektedir. Kant'a göre ereklik, Aristoteles'in entelekheia'sı gibi,
kendi nedenine uygunluk'tur. İki türlü uygunluk (Al. Zweckmaessigkeit)
var: Biri güzeli doğuran öznel uygunluk, ikincisi yararlıyı doğuran
nesnel uygunluk. Bunun içindir ki bir çiçek, yağlıboya bir tabloda
estetik yargının konusu olurken bir ilaç kutusunun içinde ereksel
yargının konusu olabilir.
Cansız doga, sürekli bir nedensellik içinde Dekartcı bir mekanizmle
düzenlenmektedir. Canlı doğaysa kendi ereğiyle düzenlenir. Kömür bir
neden-sonuç zincirinin ürünüdür, ama göz pek bellidir ki görmek için
yapılmıştır. Bu yüzden, doğanın açıklanışında ereklik kavramından
vazgeçemiyoruz.
Kant, burada, usun metafizik yapamayacağını söylediği halde metafiziğin
alanına yeniden ve iyice girmekte olduğunu görerek sakıntılı bir dil
kullanmaktadır. Ne nedensellik ne de ereklik doğanın kendiliğini
açımlayamaz, der. Cansız ve canlı, tümüyle doğa, Kant'a göre bilinemez
olmakta devam etmektedir. Duyular bize bu bilginin anahtarını veremez,
ama duyular-üstü'nde "anlakalır'da birtakım anahtarlar gizlidir".
Görüldüğü gibi, idealizmin kapısını her şeye rağmen aralık bırakmak
bilinemezciliğin zorunluğudur.
Kendisinden önceki felsefe akımlarının düşünsel sentezini ustaca
gerçekleştiren Immanuel Kant'ın, kendisinden sonraki felsefe akımlarını
büyük ölçüde etkileyen bu üç önemli yapıtını toparlarsak şu sonucu
saptarız: Doğru'yu us kurar, iyi'yi us buyurur, güzel'i us yargılar.
Bilinemez kendilik'in dışındaki bilinir olaylar dünyasını teksözle us
düzenler. Bu yargı, idealist bir yargıdır.
Immanuel Kant'ın kendi felsefesini adlandırmak için ilerisürdüğü
eleştiricilik deyimi, inakçılık ve şüphecilik deyimlerine karşıt bir
anlam taeir. Öznel düşünceci bir yaklaşimla usçuluk ve görgücülük
öğretileriyle savaşmak amacını gütmüştür. Nesnelerin özünün
bilinemeyeceğini ilerisürerek bilme sürecini yadsımış ve
bilinemezcilik'e varmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder