Dawid West
 
Immanuel Kant’ın Eleştirel Felsefesi
 
Aydınlanma felsefesinin, elbette birçok varyantı vardır. Bununla 
birlikte, fılozof Immanuel Kant (1724-1804), bu fikirlerin gelişiminde 
esaslı bir yer işgal eder. Ona, eserlerinin farklı yönlerine dikkat 
çekilmek ve bunların içinden de farklılık gösteren kimi yorumlara 
iltimas geçilmekle birlikte, hem analitik gelenek(20. yy. başından beri 
özellikle Anglosakson dünyasında yaygınlaşan dil çözümlemelerine dayalı,
 felsefe yöntemini geliştiren ve felsefenin görevini mantıksal dil 
çözümlemesiyle sınırlayan felsefe akımının tümüne verilen ad.) içinde 
yer alan filozoflar ve hem de Kıta Avrupası felsefesi geleneği içinde 
yer alan filozoflar tarafından, büyük bir şahsiyet olarak saygı 
gösterilir. Kant 'ın `eleştirel felsefesi' insanî bilgi ve tecrübenin 
sınırlarıyla temel teşkil eden yapısını ortaya koymaya çalışır ki, bu, 
insan aklının felsefî ya da `metafiziksel' sorularla olan ilişkisi 
içinde yüz yüze geldiği ikilemi yansıttığı için, ta baştan beri hem 
olumsuz ve hem de olumlu niyetler içeren bir projedir: "İnsan aklının, 
bilgisinin bir türünde, aklın bizzat kendisinin doğası tarafından 
emredildiği için göz ardı edemediği, ama tüm güçlerini aştığı için de, 
cevaplamaya muvaffak olamadığı sorular tarafından sıkıntıya sokulma gibi
 garip bir yazgısı vardır.";
 
Kant 'ın eleştirel felsefesi , Aydınlanma düşüncesinin temel 
konularından birçoğunu anlamlı bir biçimde bir araya getirdiği için, 
Avrupa felsefesinin daha sonraki gelişiminde esaslı bir rol 
.oynayabilmiştir. Hepsinden önemlisi, onun, dış dünyaya ilişkin, varlığı
 en açık bir biçimde doğa bilimlerinde kanıtlanan bilgi türüyle ilgili 
olan `saf aklın' eleştirisi, dönemin muhtemelen temel felsefi tartışması
 olmuş olan konuda karşıt kampların, empirizm ve rasyonalizmin yaratıcı 
bir sentezini sağlar.
 
Gerek empirizm ve gerekse rasyonalizm karakteristik bir biçimde, insan 
bilgisini sağlam ve şüphe edilemez temeller üzerine oturtmaya ve dinî 
bilginin düzmece iddialarına karşı koymaya çalışır. Bu tutum, haklı 
kılınamayan iddialar ve bâtıl itikat kalıntılarından arındırılmış bir 
dinî inançla, elbette uyuşmaz değildir. İnsan bilgisini oldukça yetersiz
 bir alet olarak gören şüpheci empiristler, alternatif bilgelik 
kaynaklarına zaman zaman açık olmuşlardır.
 
John Locke (1632-1704), George Berkeley (1685-1753) ve David Hume gibi 
empiristler, insan bilgisinin tümünün son çözümlemede tecrübelere -dış 
dünyaya ilişkin `izlenimler'imize ya da `duyumlara' veya `gözlemler'e 
dayandığını öne sürerler. a posteriori ya da bizim yalnızca uygun 
tecrübelere sahip olduktan sonra erişebileceğimiz bir ,sey olduğunu 
savunurlar. Bilgimiz doğuştan düşüncelere dayanmaz: Dünyaya 
geldiğimizde, zihin boş bir levha veya tabula rasadır.
 
Rasyonalistler ise, tam tersine, bizim insan bilgisinin önemli, 
muhtemelen en önemli örneklerine, tecrübeden önce ya da bağımsız olarak 
erişebileceğimizi öne sürerler. Rasyonalistler, felsefede Platonik 
geleneğe daha yakındırlar. Gözde modelleri olarak doğa biliminden ziyade
 saf matematik ve mantığı seçen rasyonalistler, bu tür bilginin 
yalnızca, bizim a priori ya da tecrübeden bağımsız bir biçimde sahip 
olabileceğimiz bir şey  olarak anlaşılabileceğini savunurlar. Daha önce,
 Platon un diyalogları bu bakış açısını savunan argümanlar içerir. 
Phaidon adlı diyalogda, Sokrates , ruhun ölümsüzlüğünü kanıtlamak için, 
`bilgi dediğimiz şeyin yalnızca anımsama olduğu' görüşünü savunur. Menon
 'da ise, o öğrenme sürecini, daha önceden bilmiş olmamız gereken 
şeyleri bir tür hatırlama ya da anımsama olarak tanımlamak için, 
geometrideki kanıtlama örneklerini kullanır.Matematik ve mantığın 
doğruları tecrübeye müracaat edilmeksizin ispat edilebilir ve onunla 
asla çelişmez. Hiçbir sayıda gözlem bizi asla, `2+2'nin 5 ettiği'ne ya 
da `Yağmur yağmaktadır ve yağmur yağmamaktadır'ın doğru olduğuna 
inandıramaz. Tam anlamıyla doğru olan çizgiler, hiçbir yer işgal etmeyen
 noktalar, yetkin daire ve üçgenler benzeri soyut matematiksel 
entitelerle [ayrı ve müstakil varoluşa sahip olan ve nesnel ya da 
kavramsal gerçekliğe sahip olan şeylerle, çev.], tecrübede hiçbir zaman 
karşılaşılmaz. Bu takdirde, biz bu entitelerin bilgisine, Euklides 
geometrisinde ispatlanan bilgi türüne, o bir şekilde doğuştan olmadıkça,
 nasıl sahip olabiliriz? Rasyonalistler, bu bilgiyi, ister tecrübeden 
yapılan genellemenin ürünü, ya da ister son çözümlemede tanım gereği 
doğru olan içeriksiz doğrulardan , meydana gelen bir şey  olarak, başka 
bir biçimde açıklama yönündeki empirist teşebbüslerle ikna olmazlar.
 
Kant , hem empirizmin ve hem de rasyonalizmin vukuflarını(anlama,bilgi) 
bir araya getirme çabası verir. O, rasyonalistlerle bizim a priori 
olarak bilebileceğimiz önemli doğrular olduğu konusunda uyuşur, fakat bu
 tür bir bilginin imkânı için, rasyonalizm tarafından sağlanan herhangi 
bir açıklamadan, daha uygun bir açıklama sağlamanın yollarını arar. O, 
empiristlerle de bilgimizin büyük bir bölümünün tecrübeye dayandığı 
hususunda uyuşur, ama Kant 'a göre, empiristler, zihnin duyum ya da 
`sezgi'den aldığı empirik `içeriğe' yaptığı `formel' katkıyı göz ardı 
ederler. Biz bilgimizin tikel içerikleri için her ne kadar tecrübeye, 
`alnlığa' veya sezgiye dayansak da, söz konusu tecrübenin yapısı ya da 
formu insan zihni veya insanın `anlama yetisi' tarafından sağlanır. Bir 
dış dünyaya ilişkin tecrübe, zihin tarafından sağlanan form olmadan, 
hiçbir şekilde mümkün olamaz. Başka bir deyişle, Kant 'a göre, hem 
empiristlerin ve hem de rasyonalistlerin görüşleri aynı şekilde tek 
yanlıdır. Rasyonalistler hakikî bilimsel bilgi için vazgeçilmez bir 
önemi olan tecrübe ya da sezginin katkısını küçümserler. Empiristler 
ise, tecrübenin öneminin bilincindedirler, fakat kendileriyle 
tecrübemizin düzenlendiği `kavramlar'ın ya da formel yapının önemini 
fark edemezler. Ünlü bir söz Kant 'ın bakış açısını şöyle özetler: 
`İçeriksiz düşünceler boş, kavramsız sezgiler de kördür. Öyleyse, 
kavramlarımızı duyusal hâle getirme, yani sezgide onlara nesne ekleme; 
sezgilerimizi de anlaşılır kılma, yani onları kavramların altına 
yerleştirme zorunluluğu vardır.Tecrübe zorunlulukla, tecrübeye form 
kazandıran `düşünceler' veya kavramlarla, ona içeriğini veren 
`sezgiler'in bir birleşiminden meydana gelir. Kant'ın temel kavrayışı, 
insan bilgisini açıklama problemi için ayırıcı bir çözüme izin verir. 
Kant bilinçli bir biçimde, Galileo, Torricelli ve Stahl gibi bilim 
adamlarının göz kamaştırıcı başarılarını ima ederek, katkısını 
metafizikte `bir Kopernik devrimi', daha önceki felsefi kabullerin, 
Kopernik 'in astronomi alanında başardıklarıyla kı- yaslanabilir, bir 
yıkılışı diye tarif eder:
 
Gök cisimlerinin hareketlerini, onların gözlemcinin çevresinde döndüğü 
kabulüne dayanarak açıklarken tatminkâr bir ilerleme' sağlayamayan 
Kopernik , yıldızların sabit kaldığı, gözlemcinin onların çevresinde 
döndüğü düşünüldüğünde, daha başarılı olup olamayacağını araştırdı. 
Nesnelere ilişkin sezgi söz konusu olduğunda, benzer bir tecrübe 
metafizikte de denenebilir. Sezginin nesnelerin kuruluşuna uyması 
gerekirse, bu takdirde ikinciye ilişkin bir şey leri nasıl olup da a 
priori bir biçimde bilebileceğimizi anlayamam; fakat (duyularımızın 
nesnesi olarak) nesnenin sezgi yetimizin kuruluşuna uyması gerekirse, bu
 imkânı kavramakta hiçbir güçlüğüm olmaz... Tecrübenin kendisi, anlama 
yetisini içeren bilginin bir türüdür; anlama yetisinin de, bende, 
nesnelerin bana verilmiş olmalarından önce var olduklarını ve 
dolayısıyla, a priori olduklarını varsaymam gereken kuralları vardır.
 
Tecrübeye formunu sağlayan zihnimiz ya da anlama yetimiz olduğu için, 
bizim tecrübenin yapısına ya da formuna -bizim için tecrübe olabilmesi 
mümkün olacaksa eğer, tüm tecrübelerin paylaşmak zorunda olduğu foıma- 
ilişkin a priori bilgiye sahip olmamız mümkün olur. Kant bu özel bilgi 
türüne `transendental' bilgi adını verir, zira o her ne kadar 
tecrübemizin doğasıyla ilgili olsa da, empiristlerin düşünmüş oldukları 
gibi, tecrübeden türetilmez.
 
Kant tecrübemizin zorunlu yapısıyla ilgili iddialarını, sonraki felsefe 
için önemli hâle gelecek olan, başka bir ayırımla daha ifade eder. 
Ayırım, a priori ve a posteriori bilgi ayırımına kestirme yoldan gitmeyi
 amaçlayan, `analitik' doğruyla `sentetik'doğru arasındaki ayırımdır. 
Analitik doğruların, tıpkı basit tanımlar gibi, doğru ya da yanlış 
oldukları, yalnızca içerdikleri kavramların anlamları sayesinde, veya 
başka bir deyişle, analiz yoluyla bilinebilir. Örneğin, `Bekâr kişi 
evlenmemiş erkektir' önermesi, içerdiği terimlerin en azından bir sarih 
yorumuna bağlı olarak, yalnızca tanım gereği doğru olan bir önermedir. 
Kantçı terimlerle ifade edildiğinde, yüklem konumunda bulunan kavram 
(`...evlenmemiş erkektir') özne konumunda bulunan kavramda (`Bekâr 
kişi') içerilir. Oysa, sentetik önermelerin doğruluklarına bu şekilde 
karar verilemez. `Hiçbir kadın hiçbir zaman ABD Başkanı olmamıştır', 
sadece sentetik olarak bilinebilecek olan bir doğrudur. Bu örnekte, özne
 konumunda bulunan kavram, açıktır ki, yüklem konumunda bulunan kavramda
 içerilmez (erkek olmak Başkan tanımının bir parçası değildir). 
Kullandığımız terimlerin anlamlarına bağlı olan ve bize gerçek dünya 
hakkında hiçbir şey  söylemeyen analitik önermeler, a priori bilginin 
makul örnekleridir. Onların doğru olduklarını gözlem ya da tecrübe 
yoluyla keşfetmiyoruz. Sentetik doğruların en açık örneklerinin ise, 
olgusal olarak bilgi verdikleri, aktüel veri ya da deneye dayandıkları 
ve dolayısıyla a posteriori oldukları görülür. Kant için, tecrübenin 
temel formu ya da yapısına ilişkin transendental bilgi, kritik bir 
biçimde, hem sentetik ve hem de a priori doğruların daha az aşikâr olan 
imkânını içerir. Başka bir deyişle, Kant'ın felsefesi bizim tecrübenin 
yapısının önemsiz olmayan veya mühim bilgisine, her tür deneyden 
bağımsız bir biçimde sahip olabileceğimize işaret eder. Kant bu yeni 
yaklaşımını, çoğu zaman yanlış anlaşılmış olan bir tasvirle, 
`transendental idealizm' olarak betimler. Felsefi terimlerle ifade 
edildiğinde, idealizm genellikle, bir dış, maddî gerçekliğin var 
olmadığı inancıyla birleştirilir. Yalnızca ideler vardır. Empirizm, bu 
inanca götüren septik yolu sağlar. Eğer dış dünyaya ilişkin bütün 
bilgimiz görünüşte `zihinde' olan duyumlardan geliyorsa, `oradaki' bir 
şey in duyumlarımıza tekabül ettiğini nasıl bilebiliriz? Herşey bir 
yana, biz düş gördüğümüz ya da sanrılara kapıldığımız zaman, benzer 
duyumlara sahip oluruz, ama onların aldatıcı oldukları ortaya çıkar. 
Tecrübemizin doğuluğunu tahkik edebilmenin tek yolu diğer duyumlardır, 
fakat aynı problem onlar için de geçerlidir.
 
Şüpheci idealistler, bizim dış dünyanın varoluşu ya da doğasının kesin 
bilgisine sahip olamayacağımızı öne sürerler; biz yalnızca 
duyumlarımızın bilgisine sahip olabiliriz. `Dini bütün piskopos' 
Berkeley gibi dogmatik idealistler, maddî gerçeklik düşüncesinin bizzat 
kendisinin tutarsız ya da çelişik olmasından ötürü, gerçekliğin özü 
itibariyle zihinsel olduğunu bilebileceklerini savlayarak, bir adım daha
 ileri giderler. Bu görüşün çağdaş versiyonuna göre, gerçeklik 
hakkındaki bütün önermelerimiz, `duyu verileri'yle ilgili olan kılık 
değiştirmiş önermelerdir. Günümüzde `fenomenalizm' olarak bilinen görüşe
 göre, fizikî nesnelerle ilgili önermeler, duyu verileriyle ilgili 
önermelerden meydana gelen mantıksal konstrüksiyonlardır. Dolayısıyla, 
bir ağaçla ilgili bir önerme kurduğum zaman, o ilke olarak duyumlarımla 
-gördüğüm ve belli koşullar altında göreceğim şeylerle- ilgili bir 
kompleks önermeler dizisine indirgenebilir. Sağduyunun bir dış maddî 
dünya ile ilgili olarak genelde öne sürdüğünün tam tersine, dış dünya 
hakkında bildiklerimi ifade eden önermeler, söz konusu önerme 
dizilerinin ikincisidir.
 
Kant 'ın transendental idealizmi, özellikle analitik yaklaşımı 
benimsemiş fılozoflar tarafından, yanlış anlaşılmış ve yukarıdaki 
idealizm ya da fenomenalizmin bir versiyonu olarak görülmüştür. Oysa, 
Kant 'ın transendental idealizmi, gerçekte, onun `empirik' idealizm 
adını verdiği görüşün bütün formlarını çürütmek için tasarlanmıştır. 
Kısaca, Kant , bize göründüğü şekliyle dünyanın, `görünüşler dünyası' ya
 da `fenomenal dünya'nın, kaçınılmaz bir biçimde, zaman ve mekân içinde,
 birbirleriyle nedensel etkileşim içinde bulunan nesnelerin maddî bir 
dünyası olarak tecrübe edildiğini iddia eder. Biz, dünyayı `kendinde var
 olduğu' şekliyle bilemediğimiz gibi, `numenal' dünyanın `kendinde 
şeylerinin' fiilen bu şekilde organize edildiklerini de bilemeyiz. Biz, 
sadece görünüşler dünyasının bilgisine sahip olabiliriz; dünyanın 
gerçekte, tam tamına göründüğü gibi olduğunu varsayamayız. Ancak çok 
daha önemlisi bu, bizim yalnızca zihinlerimizin içeriklerinin bilgisine 
sahip olabileceğimiz veya görünüşle gerçeklik arasındaki ayırımın bir 
temeli olmadığı -empirik idealistler tarafından çıkartılan sonuç- 
anlamına gelmez. Allisoti un da işaret ettiği gibi, Kant salt `görünüş' 
(Apparenı) ya da `yanılsama' (Schein) ile gerçeklik arasında bir ayırım 
yapar. Söz konusu ayırım, insan bilgisinin mümkün tek nesnesi olan 
`görünüşler dünyası' (Erscheinungen) içinde yapılır. Kendi terimleriyle 
söylendiğinde, Kant bir empirik realisttir: Gerçekliğin nesnel bir 
bilgisine erişebiliriz. Kant'ın görünüşle gerçeklik arasındaki 
transendental ayırımının anlatmak istediği şey, farklı bir düzenle 
ilgilidir. Allison'un da söylediği gibi, '
 
Transendental düzeyde, ... görünüşlerle kendinde şeyler arasındaki 
ayırım, öncelikle, şeyleri (yani, empirik nesneleri) `ele almanın', biri
 insan duyarlığının öznel koşullarıyla (zaman ve mekânla) ilişki içinde 
ve dolayısıyla, `göründükleri' şekilde, diğeri de bu koşullardan 
bağımsız olarak, ve binaenaleyh `kendilerinde oldukları' şekilde olmak 
üzere, iki ayrı yoluna işaret eder.
 
Kant 'ın transendental ayırımının gözettiği amaç, şüphecilik ve empirik 
idealizm de dahil olmak üzere, onun çoğu metafıziksel karışıklığın 
kaynağı olarak gördüğü şeyin, yani transendental realizmin altını 
oymaktır. Transendental realist, görünüşleri kendinde şeyler olarak 
değerlendirir ya da başka bir deyişle, onların `insan bilgisinin tümel, 
zorunlu ve dolayısıyla a priori koşullarından' bağımsız olduğunu 
düşünür. Gerçekten de, transendental realist, insan bilgisini sonsuz bir
 akıla ya da Tanrı'ya açık olan mükemmel ya da mutlak bilginin aşağı 
düzeyde ya da bulanık bir taklidi olarak anlar. Kant 'a göre, şüphecilik
 ve empirik idealizm insan bilgisini bu şekilde anlamaya kalkışmanın 
doğal sonuçlandır.
 
Kant 'ın transendental realizmi reddedişi, böylelikle kendi Kopernik 
devrimini daha anlamlı kılmasına da yardımcı olur. Kopernik, temelde 
dinî nedenlerle, insanlık Tanrı'nın en önemli yaratığı olduğu için, yer-
 yüzünün evrenin merkezinde bulunması gerektiğinde ısrar eden bir 
kozmolojinin yıkılmasına katkıda bulundu. Benzer bir biçimde, Kant'ın 
eleştirel felsefesine yüklediği esas ödev, daha önceki metafiziksel 
karışıklığın son çözümlemede dinî olan kaynaklarını yok etmektir. İnsan 
bilgisi, yanıltıcı ve erişilemez olan tanrısal sezgi standartına göre 
değil, bütünüyle insanî öge ya da terimlerle anlaşılmalıdır. Kant 'ın 
transendental idealizmin yararını göstermeye çalışan ek ispatı, onun, 
transendental bakımdan realist bir perspektifin sonucu olan metafıziksel
 paradokslara ilişkin tartışmasında bulunur. Gerçeklik hakkında, insan 
bilgisinin kaçınılmaz koşullarından soyutlanarak, önemli bir şey  
söyleme teşebbüsü, 'kadîm ya da `dogmatik' metafiziğin çelişki ya da 
`antinomilerine' götürür. Critigue of Pure Reason [Saf Aklın Eleştirisi]
 'ın ikinci kısmı Transendental Diyalektikte, Kant Kant 'ın tecrübemizin
 zorunlu yapısıyla ilgili iddiaları kanıtlama teşebbüsleri, bununla 
birlikte, bir ihtilâf kaynağı olup çıkmıştır. Özellikle de, onun 
`kategorilerin transendental dedüksiyonu' çok sıkı bir incelemeye tâbi 
tutulmuştur. Transendental dedüksiyon, tecrübemizin, Kant'ın bütün 
mümkün tecrübenin transendental koşulları olduklarını iddia ettiği, 
temel karakteristiklerinin zarurîliğini gözler önüne sermeyi amaçlar. 
Kısacası, o, birbirleriyle nedensel etkileşim içinde bulunan nesnelerin 
maddî dünyasıyla, tecrübenin birlikli öznesini, eşdeyişle `tüm 
tasarımlarımıza eşlik edebilmesi' gereken `düşünüyorum'u tanımlayan 
`sezgi formları' olarak zaman ve mekânın zarurîliğiyle `anlama yetisinin
 saf kavramları'nın zorunluluğunu kanıtlama amacı güder.
 
Kant 'ın söz konusu argümanı, güçlüğü ile ün salmıştır; onu, burada yeni
 baştan kurmaya kalkışmayacağım. Analitik felsefenin temel görüşü 
açısından, Kant'ın transendental dedüksiyonlarının, herşey bir yana, 
başarılı mantıksal dedüksiyonlar olmadığı açık gibi görünmektedir. 
Argümanlar olarak, onlar ya ikna edici değildirler veya pek büyük bir 
önemi olmayan analitik iddialara indirgenebilirler. Sonuçta, analitik 
fılozoflara göre, Kant 'ın felsefesinde çok büyük bir önemi olan 
sentetik a priori doğrular sınıfının boş olduğu anlaşılır. Yalnızca, 
analitik doğrular, ki bunlar son çözümlemede içeriksiz veya `totolojik' 
doğrulardır, a priori bir biçimde bilinebilir. Analitik felsefe, 
böylece, bu türden sorulara ilişkin tüm yeni `spekülatif' tartışmaların 
önünü kesmek için, geleneksel felsefeye yönelik bütün eleştirilerini 
kullanarak, Kant'ın kritik felsefesinin sert bir eleştirisinden yola 
çıkar. Gerçekten de, analitik gelenek Hume 'un ya `olgu sorunlarından (a
 posteriori ve sentetik) ya da `ide ilişkileri'nden (a priori ve 
analitik) ibaret bir bilgi olarak anlaşılamayan herhangi bir bilginin, 
hakikî bilginin değil, ama anlamsızın bir türü olduğu iddiasına döner. 
Bu gelenek, felsefenin `cevaplayamadığı' soruları hiç dikkate almaması 
gerektiğini öne sürerek, Kant'ın ikileminin olumsuz kutbunu vurgular. 
Analitik filozoflar, bu genel eğilimle, Kant'a göre, insan aklının ve 
gerçekte, yaşayan ve eyleyen insan bireyinin `duyarsız kalamadığı' temel
 sorulara pek önem vermediler. Oysa Kıta Avrupası felsefesi geleneği, 
Kant 'ın ne yaparsak yapalım ilgisiz kalamadığımız metafiziksel, ahlâkî 
ve estetik sorular bulunduğu kabulüne büyük bir önem atfeder. Kıta 
Avrupası filozofları, aynı zamanda Kant 'ın transendental 
dedüksiyonlarına da daha fazla sempatiyle bakmışlardır. Onların bakış 
açılarından, bu argümanların sıkı mantıksal dedüksiyonlar olmamaları 
şaşırtıcı değildir. Kant için, (Hume'un iki meşrû doğru kategorisine 
tekabül gelen) mantıksal dedüksiyonla gözlem veya deney, bilgi sınırları
 dahilindeki normal empirik kullanımı bakımından, teorik aklın temel 
özellikleridir. Onun, söz konusu anlam içinde, anlama yetisinin 
(Verstan) sınırlarını tesbit etmek üzere tasarlanan kendi eleştirel 
felsefesi, bu sınırların ötesine geçme riskini kaçınılmaz olarak göze 
almak durumundadır. Felsefî refleksiyon, anlama yetisinin daha sınırlı 
ve hiç şüphe yok ki, daha güvenilir yöntemlerine indirgenemez. Açıktır 
ki, Kant da, transendental argümanlarını sıkı mantıksal dedüksiyonlar 
olarak düşünmedi. Dieter Heinrich, onun aklında her şeyden önce hukukî 
bir paradigma ve yasal delil standartlarının olduğunu öne sürmüştür.
 
Felsefî açıklamalar, hiçbir zaman itiraz kabul etmeyen kanıtlamalar 
olmayıp, zorunlulukla holistik olan ve `haklı kılınmak için benimsenen 
söylem formları' kadar asla açık ve dakik olmayan inceleme/denemelerdir 
(prohationes).`Aklın' (Vernunft) bir faaliyeti olarak felsefi 
refleksiyon, bilgi ya da anlama yetisinin emin ama dar olan sınırlarının
 ötesinde iş görür. Ondan sonra yaşamış olan Kıta Avrupası filozofları, 
Kant 'a ilişkin empirist ve daha sonraki analitik yorumların genel 
eğilimiyle tam bir karşıtlık içinde, `salt' anlama yetisine zıt olarak 
felsefî akla çok büyük bir değer verirler. Keza, ahlâkî ya da pratik 
akıl ve yargıyla meşgul olan ikinci ve üçüncü eleştiriler, Kıta Avrupası
 geleneği için de, daha büyük bir rol oynar. Ahlâkî ve politik sorular, 
Kant'ın, bir olgunlaşma ya da bağımlılıktan kurtulma süreci olarak 
tanımladığı Aydınlanma kavrayışının kesinlikle merkezinde yer alır: 
`Aydınlanma insanın, gücünü kendisine zorla kabul ettiren çocukluktan 
çıkışıdır. Çocukluk ise, kişinin kendi aklını başkalarının rehberliği 
olmadan kullanamamasıdır. Bununla birlikte, o yalnızca, kısıtlayıcı 
bağlardan kurtarılmış olgusal ya da bilimsel açıklamâ arayışını 
düşünmediğini yeterince açık hâle getirir. Sadece, `anlama yetim olarak 
hizmet görecek bir kitap'tan değil, fakat `vicdanım olarak hizmet edecek
 bir papaz'dan ve `otokratik despotizm'- den de, olgunluğun önündeki 
engeller diye söz edilir. Düşüncelerini sorumluluk sınırları içinde 
ifade etme özgürlüğü, dinî konulardaki özgürlük, yasamaya ilişkin 
serbest tartışma, bütün bunlar sona ermemiş olan Aydınlanma sürecinin 
özsel öğeleridir. `Özgür düşünme', `insanların giderek daha fazla özgür 
eyleyebilmeleri' için, `bir halkın zihniyetini yavaş yavaş etkileyen' 
bir tohum'dur.. Kant'ın, Aydınlanma projesi karşısında daha eleştirel 
bir tavır takınan halefleri, düşünce ve tecrübenin sanatsal, estetik ve 
dinî alanları kadar ahlâk ve politikayla ilgili sorunlar üzerinde daha 
fazla yoğunlaşma eğilimi gösterdiler.
 
Çağdaşlarından bazılarının tersine, Kant , Aydınlanma felsefesinin ahlâk
 ve din için ciddî bir problem yarattığının kesinlikle farkındaydı. 
Herşeyin ötesinde, maddî neden ve sonuçların bir alt alta dizilişi 
olarak, katışıksız bir biçimde mekanist bir dünya görüşü, özgürlük ve 
ahlâkî sorumluluk kavramlârının altını kazıyor gibi görünür. La Mettrie 
'nin (1709-1751) Man a Machine[Makine İnsan] 'i benzeri bir eserin 
telkin ettiği gibi, insan varlıkları yalnızca nedensel güçlerin 
oyuncakları, onların eylemleri de biyolojinin veya toplumsal 
koşullanmanın sonuçları ise eğer, bu takdirde onları özgür ve sorumlu 
failler olarak görmenin pek bir manası yok gibidir.
 
Aydınlanmanın bilimsel rasyonalitesinin ahlâkî ilke ya da buyrukları 
nasıl olup da destekleyebileceği (Hume'un terimleriyle söylendiğinde, 
`olması gereken'in [değerin] nasıl olup da `olan'dan (olgudan] 
çıkarsanabileceği) hususu da açık değildir. İnsan eylemlerine ilişkin 
nesnel bir ahlâkî değer biçmenin temelleri de çok ' gözle görülür bir 
biçimde çökertilir.Kant 'ın buna tepkisi, ahlâkî yargı için, bilimsel 
akıldan bağımsız olan sağlam bir temel .tespit etmeyi amaçlayan, ikili 
bir stratejiden oluşur. Herşeyden önce, saf aklın eleştirisi, bilimsel 
rasyonalite ya da anlama yetisinin aşırı iddialarına, (Kant'a ilişkin 
bazı empirist yorumların da öne sürdüğü gibi) ahlâk ve dinin iddialarını
 reddetmek için değil, fakat tam tamına `inanca kapı açmak' için, sınır 
çeker. İkinci baskının Önsöz'ünde, Kant şunu söyler:
 
Binaenaleyh, inanca kapı açmak için bilgiyi sınırlamanın zarurî olduğunu
 gördüm. Metafiziğin dogmatizmi, yani metafizikte, önceden saf aklın bir
 eleştirisi yapılmadan ilerleme kaydetmenin mümkün olduğu önyargısı, 
ahlâka düşman olduktan başka, hep dogmatik olan, bütün bu inançsızlığın 
kaynağıdır.
 
Onun kendi dinî inançları, teolojik öğretiden ziyade, ibadete önem veren
 Lutherci bir akım olan Piyetizmden etkilenmiştir. Kant'ın stratejisinin
 ikinci, daha önemli kısmı, ahlâk ve dine, onun saf akla ilişkin 
eleştirisiyle tutarlı olan, sağlam bir temel temin etmekten meydana 
gelir. Gerçekten de, o aynı akılyürütme çizgisini sürdürür. Onun ahlâkî 
yargının nesnelliğine ilişkin alternatif açıklaması, pratik tecrübemizin
 transendental koşullarına ilişkin bir incelemeye dayanır. Eğer ahlâkı 
insan varoluşunun bir olgusu olarak görüyorsak, bu takdirde onun 
imkânının zorunlu koşulları nelerdir? Ahlâkî tecrübe ve yargının zarurî 
`postülaları' nelerdir?
 
Kant 'ın cevabı, özgür olmadığımız takdirde, eylemlerimizden sorumlu 
tutulamayacağımız ve eylemlerimize ahlâkî yargılar uygulanamayacağı 
için, ahlâkın temel postülasının özgürlük olduğu şeklindedir. Bununla 
birlikte, özgürlük, Kant'ın fizikî dünyanın temel bir özelliği olduğunu 
gösterdiği, nedensel zorunlulukla uzlaştırılmalıdır. O, bu uzlaştırmayı 
gerçekleştirmek için, fenomenal dünya ile numenal dünya arasındaki 
ayrımdan yararlanır. Özgürlük, nedensel olarak belirlenmiş empirik ya da
 fenomenal benin değil de, numenal ya da akılla anlaşılabilir benin bir 
özniteliği olarak anlaşılır.Başka bir biçimde söylendiğinde, özgürlük 
kendimizi, aynı anda fizikî, ve dolayısıyla nedensel olarak koşullanmış 
varlıklar olsak bile, bir yandan da dünyadaki failler olan, 
ben-bilincine sahip kişiler olarak düşünme tarzımızın temel bir 
özelliğidir. Kant , kendi ahlâk anlayışının, özgür ya da ahlâkî eylemin 
tikel insan bireylerinin veya fenomenal benlerin 'empirik` 
güdülenmelerinden, arzu ve itkilerinden tümüyle arındırılmış bir şey  
olması gerektiği sonucuna götürdüğünü düşünür. Ahlâkî bir eylem, bireyin
 belli bir çıkarı ya da arzusunun değil de, yalnızca doğru olanı yapma 
niyetinin sonucu olmalıdır. Ahlâkın `sentetik a priori' ilkeleri, şu 
hâlde, ayırd edici tüm bireysel özellikleri silinmiş, soyut bir rasyonel
 irâde ya da fail kavramından türetilmelidir. Birey, yalnızca aklın 
ürünü olan evrensel bir ahlâk yasasına uygun olarak eylediğinde, özgür 
ve ahlâkî bir biçimde eyler.
 
Sonuçta, Kant'ın ünlü `kategorik buyruğu', ahlâkî özneleri, eylemlerinin
 maksimlerini (temel kural)`evrenselleştirme'ye davet eder: `Yalnızca, 
aynı zamanda evrensel bir yasa hâline gelmesini isteyebileceğin maksime 
göre eyle!' Bu, `başkalarının sana yapmalarını istediğin şeyleri 
yapmalısın' diyen daha ünlü `altın kural'ın Kant 'taki versiyonudur. 
Kant'ın kategorik buruğunu açıklamak için kullandığı örneklerle, 
ahlâksız eylemlerin, herkesin yapabileceği örnekler olarak görüldüğü 
zaman, kendi kendilerini çürütücü hâle geldiklerini göstermek amacı 
güdülür. Buna göre, yalan söylemek, yalnızca insanların çoğu doğruyu 
söylediği takdirde, etkili olur (yalana inanılır ve yalan söyleyen 
kişinin gizli emellerine hizmet edilir). Herkes yalan söylerse (bu 
eylemin maksimini evrenselleştirdiğimiz takdirde, söz konusu olan 
hipotez), o zaman hiç kimseye inanılmaz ve hem doğruyu söyleme kurumunun
 hizmet ettiği amaçlar ve hem de yalancının emelleri kaçınılmaz olarak 
boşa çıkar. Kant'ın, birincisine eşdeğer olması hedeflenen formüllerinin
 bir diğerinde, kategorik buyruk, başkalarını asla ve asla sadece 
araçlar olarak değil, fakat her zaman kendilerinde amaçlar olarak görmek
 gerektiği buyruğuyla ifade edilir:
 
insan, ve genel olarak da, her rasyonel varlık, sadece~şu ya da bu 
irâdenin keyfi kullanımı için bir araç olarak değil. kendinde bir amaç 
olarak varolur: O, ister kendisine, isterse başka rasyonel varlıklara 
yönelmiş olsun, tüm eylemlerinde aynı zamanda hep bir amaç olarak 
görülmelidir. (Biz her ne kadar, her iki tarafın da özerkliğine saygı 
gösterdiği sürece, tüm tarafların hiç şüphe yok ki yararına olan 
ilişkilere gönül rızası ile girebilsek de) Başka insanları hiçbir zaman 
salt kendi kişisel amaçlarımızın araçları olarak kullanmamalıyız. Ahlâkî
 bir biçimde eylemek, başkalarına akılla anlaşılabilir veya rasyonel 
varlıklar ve dolayısıyla ahlâkî amaçlar olarak muamele etmek demektir.
 
Kant'ın en anlamlı, ama maalesef, en karanlık değerlendirmelerinden 
bazıları, onun eleştirilerinden üçüncüsünde, estetik yargı ile 
teleolojik yargının birbirleriyle ilişkili olan eleştirilerini içeren 
Critique of Judgment [Yargı Gücünün Eleştirisi] 'ta yer alır. Kant , 
sanat felsefesine etkili bir katkı yapmış olmanın yanında, saf aklın 
eleştirisiyle pratik aklın eleştirisi arasında bir köprü olarak 
tanımlanan şeyi sağlamıştır. Stuart Hampshire'ın sözleriyle, `bizi azgın
 doğadan rasyonel özgürlüğe götüren bir köprü vardır. Estetik tecrübe, 
insan yaşamının görünüşte mukayese edilemez olan iki boyutu, yani bir 
yandan (empirik ya da bilimsel bilginin nesnesi olan) fizikî doğanın 
deterministik alanı içindeki bedensel varoluşumuzla, diğer yandan da 
yalnızca pratik aklın evrensel buyruklarına itaat eden özerk rasyonel 
failler olarak varoluşumuz arasındaki şiddetli karşıtlığı yumuşatır. 
Doğal güzelliğe ilişkin estetik tecrübemiz, başarılı sanat eserinin 
gözle görülür olan doğal zorunluluğunu yansıtan bir bilinç -her ne 
kadar, `kendinde bir amaç olarak', belirli bir işleve hizmet etmese 
dahi, onun olduğundan başka türlü olamayacağı hissi- doğurur. Bir sonuç 
olarak, biz 'doğada kendimizi evimizdeymiş` gibi hissetme imkânı 
buluruz:
 
Beğeni yargısı açısından, güzel bir sanat eseri, doğadaki canlı bir 
organizmanın kendi kendini şekillendiren canlılığına sahiptir. Kendi 
belirsiz amaçlılıklarıyla birlikte, doğanın şekillendirici güçleri ve 
insan varlıklarının özgür, şekillendirici güçleri arasındaki boşluk 
kapanmıştır. İnsan varlıkları, bölünmüş benlerinin ahlâkî çabalarda 
yarattığı gerilime rağmen, kendilerini doğada önemli ölçüde 
evlerindeymiş gibi hissederler. ...Ahlâklı insanla doğal süreçler 
arasındaki tehdit edici boşluğu diğer taraftan hareketle kapatırken, 
doğal güzelliği, doğal varlıklarla ilgili `doğal süreçleri amaçsız bir 
mekanizma olarak değil de, sanatla benzerlik içinde' değerlendiren, bir 
görüşü talep eden bir şey  olarak görürüz. Kant, en azından 1787 
ertesine kadar, doğadaki amaçlılığı, Tanrı'nın amaç gözeten plânının 
aktüel ürünü olarak görmez. Bununla birlikte, evrene estetik açıdan, 
sanki o bir amaç gözetilerek yaratılmış ya da düzenlenmişçesine, değer 
biçişimiz, bizim ahlâkın eğilip bükülmez taleplerini maddî dünyanın 
olgusal kayıtsızlığıyla bağdaştırmamızı kolaylaştırır. Kant'ın bu 
anlamlı mülahazaları Kıta Avrupası geleneği içinde yer alan diğer 
düşünürler tarafından kabul görmüştür. Örneğin, Friedrich Schiller , 
`İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine' başlığını taşıyan denemesinde, sanatı,
 insanlık için ahenkli, organik bir birliğin yeniden ele geçirilmesinin 
aracı olarak görür. Güzellik `doğa hâli'nden (Naturstaat), salt fızikî 
bir boyutu olan bireyin tam zıddı olan ahlâklı bireyin ihtiyaçlarına 
daha uygun gelen ahlâkî evreye (sittlicher Staat) giden yoldur. Güzellik
 özgürlük yoludur. Kant 'ın üçüncü eleştirisiyle Aydınlanma ve 
moderniteye Romantizm, Hegel ve diğer Kıta Avrupası düşünürleri 
tarafından yöneltilen eleştiriler arasında, işte bu genel eğilim 
açısından da, yakınlıklar olacaktır.
 
 
 Kaynak: Kıta Avrupası Felsefesine Giriş- Türkçesi: Ahmet Cevizci -Paradigma-1998
 
 Kritisizm Nedir?
 
Alman düşünürü Immanuel Kant'ın öğretisi...
 
Kant'a göre felsefe araştırması, bir değerlendirme (eleştiri) olmalıdır.
 Felsefe, us (Al. Vernunft)'la yapılıyor. Öyleyse usu değerlendirmek, 
onun ne olduğunu ve ne olmadığını iyice bilmek gerek. Felsefe nasıl bir 
usla yapılıyor?.. Deneyden yararlanmayan bir salt us (Os. Akli mahiz, 
Fr. Raison pure, Al. Reinen vernunft)'la. Öyleyse salt us nedir?
 
Kant'ın üç büyük yapıtından ilki olan Salt Usun Eleştirisi (Kritik Der 
Reinen Vernunft, 1781) bu sorunun karşılığını araştırır. Salt us, 
duyarlığın (Al. Sinnlichkeit) verilerinden alınmamış olan (a priori) bir
 bilgiyi gerçekleştirdiği iddiasındadır. Buysa nesneler düzenini aşarak 
düşünce düzenine yükselmek demektir. Öyleyse salt usun bilme yöntemi bir
 aşkınlık yöntemi'dir.
 
Salt us bu yöntemle gerçek bir bilgi edinebilir mi? Öyleyse bilgi nedir,
 önce onu tanımlamak gerek. Kant'a göre her bilgi, bir yargı (Al. 
Urteil)'dir. Ne var ki her yargı, bir bilgi (Al. Kenntnis) değildir. 
Örneğin "her cisim yer kaplar" yargısı bize yeni bir bilgi vermez, çünkü
 "cisim" kavramı esasen "yer kaplamayı" içerir; bu yargıda sadece bir 
çözümleme yapılıyor ve "cisim" kavramı çözümlenerek kendisinde esasen 
bulunan bir bilgi hiçbir gereği yokken yeniden ortaya konuyor.
 
Oysa "bu yük ağırdır" yargısı bize yeni bir bilgi verir, çünkü "yük" 
kavramı kendiliğinden ağır ya da hafif olduğunu bildirmez; burada, 
ötekinin tersine, bir çözümleme değil bir bireştirme yapıyoruz ve "yük" 
kavramıyla "ağır" kavramını birleştirerek yeni bir bilgi elde ediyoruz. 
Demek ki bize bilgi veren yargılar, çözümsel yargılar değil, bireşimsel 
yargılar'dır. Salt us bu bireşimsel yargıyı aşkınlık yöntemiyle, deneyi 
aşarak gerçekleştirebilir mi? Kant bu soruya kesin olarak şu karşılığı 
veriyor:
 
Gerçekleştiremez. Böylece metafiziği kesin olarak yıkmış oluyor: Salt 
us, deneyden yararlanmadan hiçbir bilgi gerçekleştiremez. Öyleyse 
metafizik tasarımlar, insanların romantik düşlerinden başka bir şey  
değildirler. (Bu vargı, Kant'ın materyalist yanını belirtir ve Engels 
bunun içindir ki kendisine utangaç materyalist der).
 
Kant öncesi felsefenin tanrılaştırdığı us, böylelikle tahtından 
indirilmiş olmaktadır; artık, aşkınlık yöntemiyle çalışan salt usa 
güvenilmeyecektir. Kant araştırmakta, eşanlamda eleştirmekte devam 
ediyor: Salt us, bireşimel yargı olan bilgi'yi niçin gerçekleştiremez?. 
Çünkü us, sadece bir bireştirme işini gerçekleştirmektedir ve bu iş için
 gerekli gereçleri nesneler düzeninden almaktadır.
 
Elimizle tuttuğumuz taşı yere bırakınca onun düştüğünü görüyoruz ve 
ancak ondan sonradır ki (a Posteriori) "bırakılan taş düşer" bilgisini 
edinebiliyoruz. Bu deneyi yapmadan önce (a priori) bu konuda hiçbir 
bilgimiz olamaz. Bize bu gereçleri veren duyarlık'tır. Duyarlık, bu 
gereçleri bize nasıl veriyor? Zaman ve mekân içinde veriyor. Oysa 
nesneler düzeninde zaman ve mekân diye bir şey  yoktur.
 
Demek ki bunlar duyarlığın dışardan almadığı, kendinden çıkardığı bir 
şey lerdir ve duyarlık bunları katmadan, dışardan aldığı hiçbir şey i 
bize gönderemez. Bunlar, deneyden elde edilemeyeceklerine göre, usun 
verileri midir? Kant, bu soruya da kesinlikle şu karşılığı veriyor: 
Hayır, bunlar usun verileri olamaz. Çünkü küçük çocuklar zaman ve uzayı 
düşünmeksizin bilirler, hiçbir ussal işlemi gerçekleştiremedikleri halde
 sevdikleri şeylere yaklaşır ve sevmedikleri şeylerden uzaklaşırlar. 
Öyleyse, duyarlık, ne nesneler düzeninden ne de düşünce düzeninden 
aldığı bu şeyleri nasıl elde etmiştir?.. Kant, bu soruya, kendine özgü 
bir karşılık veriyor: Sezi (Al. Ansehauung)'yle.
 
Kant'a göre bunlar birer biçim'dir ve ancak duyarlığın sezisiyle elde 
edilebilir. Zaman iç duyarlığın biçimidir, içimizden gelen her duygu 
zamanla birliktedir; mekân dış duyarlığın biçimidir, dışımızdan gelen 
her duygu mekânla birliktedir. Katılmadikları hiçbir duyumun 
gerçekleşemeyeceği bu biçimler, usun verileri olmadıkları halde 
deneyüstü (Al. Transzendentale)'dürler. Deneyden çıkarılmamışlardır ama 
bunlarsız da deney yapılamaz.
 
Görüldügü gibi, Kant, artık aşkın (Al. Transzendent) kavramından 
deneyüstü (Al. Transzendental) kavramına geçmektedir; ona göre aşkın 
bilgi olamaz ama deneyüstü bilgi olabilir. Bir soru daha gerekiyor: 
Deneyden gelen verilere duyarlığn seziyle elde ettiği birimlerin 
katılması, bilimsel bir bilgiyi gerçekleştirmeye yeter mi? Yetmeyeceğini
 söyleyen Kant, sonunda, us'a deneyüstü bir görev bulmuştur: Bireştirme 
işi.
 
Kant'a göre us bu görevi gerçekleştirmeseydi, ne duyuların verileri ve 
ne de duyarlığın katkıları bilimsel bilgiyi gerçekleştirebilirdi. 
Öyleyse us, bu bireştirme işini nasıl yapıyor? Duyarlığın katkısıyla 
birlikte gelen bilgi gereçlerini düzenleyici kalıplara (Tr. Ulam, Al. 
Kategorie) sokarak. Us, bu kalıpları ne deneyden ve ne de duyarlığın 
sezişinden almıştır; bu kalıplar onda temel olarak vardırlar ve 
kendisiyle birliktedirler. Demek ki, Kant'a göre bilgi, gene de, 
nesneler düzeninde değil, us'un düşünme düzeninde (Al. Verstand) 
gerçekleşmektedir. Kant, böylelikle kendi düşünme yöntemini de bulmuş 
oluyor: Deneyüstü yöntem (Al. Transzendental methode).
 
Kendi kurduğu bu terimle, eleştirici bakışını dilegetirerek, bilgi'nin 
duyuların ürünü olduğunu savunan duyumculuk'la anlığın ürünü olduğunu 
savunan anlıkçılık'ın üstüne aşıyor ve gerçeğin, her ikisinin birleşik 
bir üstünde'liğinde olduğunu ileri sürüyor.
 
Önemli olan şudur ki, Kant, deneyüstü'ne deney'le bağıntısını kesmeden 
çıkmaktadır. Us, bireştirme görevini gerçekleştirirken deneyle 
bağıntısını koparırsa —ki fiziğin üstüne yükselme anlamında 
metafizik budur— aşkın'ın alanına girer ve köksüz düşler 
kurmaya başlar. Kant'ın deneyüscülüğü, bir bağıntıcı deneyüstücülük'tür.
 Bu düzeyde ancak deneyden gelen veriler birleştirilir, salt usun 
kurguları bireştirilemez. Usun bireştirici kalıpları, deneyle hiçbir 
ilgileri olmayan ve deneyden çıkarılmamış önsel (a priori) kalıplardır 
ama ancak deneyin verilerini bireştirmekte işe yarayabilirler.
 
Kavramlar'la nesneler asla kopmaksızın bağıntılı olmalıdır. Metafizik, 
bu bağıntıyı gerçekleştiremediği içindir ki metafizik bilgi olamaz. 
Yoksa, Kant'a göre; kesin, tümel, her zaman ve her verde geçerli bilgi 
elbette deneyüstü önsel bir bilgidir. Çözümsel yargıların tümü 
sonsaldır, deneyden sonra gerçekleşmişlerdir ve bu yüzden bilimsel ve 
kesin bir bilgi vermezler. Bireşimsel yargıların da önsel olanları 
vardır ama sonsal olanları da vardır. İşte asıl kesin ve bilimsel bilgi 
bu önsel bireşimsel yargı'lardadır.
 
Örneğin matematik yargıların tümü bu niteliktedir, "iki kez ikinin dört 
ettiği" yargısı hiçbir deneyden çıkarılmamıştır. Çünkü deney sınırlıdır,
 bin deney yaparız ama bin birinci deneyde ne elde edeceğimizi 
bilemeyiz. Matematik yargılar, deneyden çıkmamış önsel bireşimsel 
yargı'lardır ama bir bakıma bu karakterde olan metafizik yargılara 
benzemezler, çünkü her zaman deneye uzanabilirler. İki kez ikinin dört 
ettiği her zaman denenebilir, Tanrı'nın varlığı hiçbir zaman denenemez. 
(Kant, bu düşüncelerinden ötürü, 1794'te Gillaume II. hükümetinden bir 
ihtar almış ve din konusunda yazı yazması yasaklanmıştır).
 
Kant, usun önsel kalıplarını, Aristoteles'ten de yararlanarak, yargı 
biçimlerinden çıkarıyor. On iki yargı biçimi vardır, öyleyse bunlardan 
her birini meydana getiren —kendisiyle 
biçimlendiren— on iki kalıp olmalıdır. Bir yargı, ya "insanlar
 ölümlüdür" önermesinde olduğu gibi tümel (Os. Külli, Fr. Universel), ya
 "kimi insanlar erdemlidir" önermesinde olduğu gibi tikel (Os. Cüz'i, 
Fr. Particulier), ya da "Sokrates düşünürdür" önermesinde olduğu gibi 
özel (Os. Hususi, Fr. Singulier) olur.
 
Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Tümellik (Os. Külliyet, Al.
 Allheit), çokluk (Os. Kesret, Al. Vielheit), teklik (Os. Vahdet, Al. 
Einheit) kalıplarıdır ki nicelik (Os. Kemmiyet, Al. quantitaet) ana 
kalıbında toplanırlar. Bir yargı, ya "Herakleitos usludur" önermesinde 
olduğu gibi olumlu (Os. İcâbi, Fr. Affirmatif), ya "Diogenes uslu 
değildir" önermesinde olduğu gibi olumsuz (Os. Selbi, Fr. Négatif), ya 
"ruh ölmezdir" önermesinde olduğu gibi sınırlayıcı (Os. Tahdidi, Fr. 
Limitatif) olur.
 
Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Varlık (Os. Hakikat, Al. 
Realitaet), yokluk (Os. Selb, Al. Negation), sınırlıtık (Os. Mahdudiyet,
 Al. Limitation) kalıplarıdır ki nitelik (Os. Keyfiyet, Al. qualitaet) 
ana kalıbında toplanırlar. Bir yargı, ya "Tanrı iyilikçidir" önermesinde
 olduğu gibi kesin (Os. Hamli, Fr. Catégorique), ya "Tanrı iyilikçiyse 
kötüleri sevmez" önermesinde olduğu gibi varsayımsal (Os. Şartı, Fr. 
Hypothétique), ya "Tanrı ya iyilikçi, ya da kötülükçüdür" önermesinde 
olduğu gibi ayrık (Os. Munfasil, Fr. Disionctif) olur.
 
Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Tözlülülük (Os. Cevheriyet,
 Al. Substantialitaet), nedensellik (Os. İlliyet, Al. Causalitaet), 
karşılıklık (Os. Müşâreket, Al. Wecheelwirkung) kalıplarıdır ki ilişki 
(Os. İzâfet, Al. Relation) ana kalıbında toplanırlar. Bir yargı, ya 
"insanlık belki dik yurümeyle başlamıştır" önermesinde olduğu gibi 
belkili (Os. İhtimâli, Fr. Problématic), ya "Tanrının iyilikçi olması 
gerekir" önermesinde olduğu gibi zorunlu (Os. Zaruel, Fr. Apodictique), 
ya "dünya yuvarlaktır" önermesinde olduğu gibi savlı (Os. Tahkiki, Fr. 
Assertorique) olur.
 
Bunları meydana getiren kalıplar, sırasıyla: Olanaklılık (Os. İmkân, Al.
 Möglichkeit), zorunluk (Os. Vücub, Al. Nothwendigkeit), gerçeklik (Os. 
Hâriyet, Al. Wirklichkeit) kalıplarıdır ki kiplik (Os. Darp, Al. 
Modalitaet) ana kalıbında toplanırlar. Görüldüğü gibi Kant, deney 
verilerinin ancak on iki biçimde birbirleriyle bireştirilebileceğini 
ileri sürmektedir. Bu on iki biçimi de dört ana biçimde (nicelik, 
nitelik, ilişki, kiplik) topluyor.
 
Bunlann içinde en önemli bulduğu ilişki'dir. Çünkü her bireşim bir 
ilişkiyi dilegetirir. Bu ilişkilerden de zorunlu olarak nedensellik ve 
süreklilik yasaları çıkar. Bu yasalar da, kendilerinden çıkarıldıkları 
kalıplar gibi, önseldirler. Kant, bu önsel, deneyden alınmamış, usun 
kendi malı olan kalıpların, ilkelerin ve yasaların uygu alanını 
sınırlarken sadece metafizik yolunu kapamakla kalmıyor; fizik yolunu da 
kapayarak bilinemezci üçüncü felsefe'nin kapılarını açıyor.
 
Kant'a göre us, deneyin verileriyle bağını koparıp metafizik 
yapamayacağı gibi deneyin verilerinin arkasına geçerek fizik de yapamaz.
 Çünkü deney bize sadece görünenler (Al. Erscheinung)'i vermektedir. 
Bizse bu görünürlerin ardında bir de kendilik (Al. Ding an sich) hayal 
ediyoruz ve yukarı sınırı aşmaya çalıştığımız gibi bu aşağı sınırı da 
aşmaya çalışıyoruz. Kant, bu her iki aşamayı da aynı aşma (Al. 
Transzendent) saymakta ve usun kalıplarının sadece şeyin görüneni 
(fenomen)'ne uygulayıp şeyin kendisi (numen)'ne uygulanamayacağını 
söylemektedir. Kant, böylelikle, usun sınırını kesinlikle çizmiş oluyor.
 Bu sınır şeyin kendiliği'dir ve hiçbir zaman aşılmamalıdır, çünkü 
bilinemez.
 
Kant'ın oluştuğu ortam, bir matematik-fizik-usçuluk ortamıdır. Nitekim 
genç Kant da üniversiteyi fizik doktora teziyle bitirmiştir. Matematiğin
 ve fiziğin ilkeleri usun ürünü sayılmakta, gerçeğe us yoluyla 
varılabileceğini savunan Antikcağ Elea'lılarının düşüncesi Leibniz-Wolff
 öğretisinde en yüksek aşamasına ulaşmış bulunmaktadır. İngiltere'den 
gelen yepyeni bir ses, David Hume'un sesi, usun eleştirilmesini ve 
yetilerinin gereği gibi belirtilmesini öğütlemektedir.
 
Tarihsel düşünce diyalektiği XVIII. yüzyıl sentezini us'ta 
gerçekleştirmiştir. Böyle bir ortamda Kant, zorunlu olarak yapması 
gerekeni yapmış ve şu sonuca varmıştır: "Bizler, gizlerle dolu bir 
evrende bir düşün düşünü görmekteyiz. Gerçekte bildiğimiz hiçbir şey  
yoktur. Sezişlerimizin, kavramlarımızın, deneydışı ide'lerimizin içine 
gömülmüşük; bir şey ler kuruyoruz. Ne var ki, bildiğimizi sandığımız şey
 sadece olaylardır. O olaylar ki, bilmediğimiz bir nesneyle asla 
bilemeyeceğimiz bir öznenin birbirlerine olan ilişki'sinden doğmuştur". 
Nesneyi bilmiyoruz, özne'yi de asla bilemeyeceğiz, us'a zorunlu olarak 
bu iki bilinemez'in ortasindaki ilişki alanı kalıyor. Oysa us, özgür 
olma dileğindedir; aşma çabaları bu yuzdendir.
 
Salt Usun Eleştirisi'nde bu özgürlük dileğinin işe yaramadığı 
anlaşılmıştır; salt us deneyle olan bağını kopararak kuram yapamıyor, 
ama eylem de yapamaz mı?.. Kant'ın ikinci büyük yapıtı Uygulayıcı Usun 
Eleştirisi (Kritik Der Praktischen Vernunft, 1788) bu sorunun 
karşılığını arayacaktır. Zorunlukla olan'ın karşısında bir de özgürlükle
 olan var. Öteki bilim, buysa törebilim alanıdır. Us, salt olamıyor ama 
uygulayıcı olabilir. Ne var ki bu durumda adı değişerek irade olur. 
Doğru'nun duyusu nasıl nesneler düzeninden düşünce düzenine yükselip 
biçimlenmek zorundaysa, iyi'nin duyusu da öylece düşünce düzeninde 
biçimlenip nesneler düzenine inmek zorundadır. Özgürlükle olmayan 
iyiliğin hiçbir anlamı olamaz.
 
Ceza korkusu, armağan umudu, beğenilme isteği, göreneğe uyma zorunluğu 
vb. gibi etkenlerle gerçekleştirilen iyilik, gerçek iyilik değildir. 
Demek ki usun uygulayıcı olarak çok önemli bir görevi var: İyiliği, 
özgürlükle, salt iyilik için gerçekleştirmek. Bu özgürlük, duyarlığın 
bütün etkilerinden kurtulmuş bir özgürlük olmalıdır. Özgürlük zorlamaz, 
sadece yükümlü kılar. Törebilimsel yasa, fizik yasa gibi zorunlu olamaz.
 O, serbest bir serim işidir. O, kendi yasasını kendisi koyar. Önceden 
konmuş ve verilmiş bir yasaya uymaz.
 
Demek ki tanrısal ve dinsel bir törebilim, gerçek bir törebilim 
değildir. Yasa'yla özgürlük'ün çelişkisi, ancak kendi yasanı kendin 
koy'makla aşılabilir. Ancak bu yasayı insanlığa bir araç olarak değil, 
bir erek olarak belirtecek bir biçimde koy'malı. Yoksa deney alanıyla 
yeniden bir ilişki kurup özgürlüğünü yitirmiş olursun; çünkü insanlığı 
araç olarak gözeten bir yasa, usun özgür yasası değil, kişisel çıkarının
 yasasıdır. Bu yasa evrensel ol'malı. Yoksa bu yasa usun gerçek ürünü 
olan önsel bireşimsel yargı niteliğini taşımaz ve tümel geçerli'lik 
niteliğini elde edemez.
 
Törebilimsel yasa, deneylerden elde edilmiş bir koşullu (Al. 
Hypothetisch) yasa değil, uygulayıcı usun kendi kalıplarında 
biçimlendirdiği bir düzenlenmiş (Al. Kategorisch) yasadır. Bir şey elde 
etmek için değil, iyilik için iyilik edilecek. İşte Kant'ın iyi irade 
(Al. Gute wille) adını verdiği özgür irade budur. (Kant, bu törebilimsel
 düşüncelerini, söz konusu yapıtından çok Grundlegung zur Metaphysik der
 Sitten ve Metaphysik der Sitten adlı yapıtlarında incelemiştir).
 
Görüldügü gibi Kant, Salt Usun Eleştirisi'nde yadsıdığı metafiziği 
pratik usun eleştirisinde diriltmeye çalışmaktadır. Kant'ın bu idealist 
eğilimi üçüncü büyük yapıtında daha da belirecektir. Doğru ve iyi 
ideleri incelendikten sonra geriye usun üçüncü bir işlevi kalmıştır: 
Güzel idesi. Us, doğayla törebilim arasında kalan estetik alanda nasıl 
işliyor ve bu işleyişin de ötekiler gibi önsel ilkeleri var mıdır?
 
Kant'ın üçüncü büyük yapıtı Yargı Gücünün Eleştirisi (Kritik der 
Urteilskraft, 1790) bu sorunun karşılığını arayacaktır. Kant, duyulardan
 gelenle (salt us) düşünceden giden (uygulayıcı us) arasındaki köprüyü 
yargı gücü adını verdiği (yargılayıcı us) ussal bir yetiyle kurmak 
istiyor. Deneylerden gelenle düşünce gerçekleşiyor, düşünceden giden de 
deneyde gerçekleşecek. Oysa bu gerçekleşmenin usun buyruğuna uygun olup 
olmadığını yargı gücü denetleyecek. (Bu tema, diyalektik materyalizmin 
teori, pratikle doğrulanır önermesinin Kantcı sezisidir).
 
Doğru bir düşünceyle gerçekleştirilen bir iyi'liğe "güzel bir davranış" 
diyoruz. Öyleyse güzel bu iki ideyi birbirine bağlayan bir köprüdür ki 
bunu da yargı gücü gerçekleştirir. Kant, güzel'i yüce'den ayırıyor. Bir 
fırtınada denizin kudurmuş dalgalarına bakarak "ne güzel" diyebiliriz 
ama gerçekte duyduğumuz güzellik değil; büyüklük, güçlülük ve 
ürkünçlükten doğan yücelik (Al. Erhabene)'tir. Yücelik, böylesine gürel 
(Fr. Dynamique) olabildiği gibi yıldızlı bir gecenin ihtişamı gibi 
matematiksel (Fr. Mathématique) de olabilir. Böylece yüce'den ayrılan 
güzel; iyi'den, hoş'tan yararlı'dan da ayrılmaktadır.
 
Güzel'in niteliği, hiçbir karşılık gözetmeksizin yargılanır oluşudur. 
Kantcı törebilime göre iyi de bu niteliği taşır, oysa iyi eylemsel bir 
irade işidir; güzelinse ne eylem ne de iradeyle ilgisi vardır. Hoş 
duyusal bir beğeni, güzelse yargısal bir beğenidir. Bir tabak meyve 
tablosu, onları yemek isteğini duyurursa hoş ve ancak bu isteği 
duyurmadıkça güzel'dir. Yararlı elde edilmek istenir, güzelse sadece 
seyredilir. Hiç bir karşılık gözetilmeden beğenilmek onun temel 
niteliğidir.
 
Güzelin başka bir niteliği de tümel geçerli oluşudur, Kant böylece önsel
 bireşimsel yargıyı burada da yakalamış oluyor. Demek ki güzel'de de bir
 önsellik var, bu önsellik bizi kendisine karşı belli bir tutuma zorlar.
 Bu tutum, özel değil, genel bir tutumdur; sadece bizim için değil, 
herkes için geçerlidir. Güzellik yargısı kavramsız (Fr. Sans concept) 
bir yargıdır, demek ki bir bilgi işi değildir. Güzellik, ereği düşünü 
bir ereksellik'tir.
 
Bir müzik parçasında bize zevk veren onun bestelenme nedeni değildir, 
oysa o gene de bir ereğe uygun olduğu için güzeldir. Kant, böylece, 
estetik yargı (Fr. jugement esthétique)'yi ereksel yargı (Fr. jugement 
téléologique)'dan ayırıyor. Sanatçı güzel'i yaratırken onu belli bir 
ereğe göre biçimlendirir, bizse o güzel'i ereğini düşünmeden kavrarız. 
Güzelin bizler için anlamı kendi ereğine uygunluğu değil, bizim 
ereğimize uygunluğu'dur.
 
Kant, yapıtının ikinci bölümünde, ereklik (Al. Finalitaet) kavramını 
incelemektedir. Kant'a göre ereklik, Aristoteles'in entelekheia'sı gibi,
 kendi nedenine uygunluk'tur. İki türlü uygunluk (Al. Zweckmaessigkeit) 
var: Biri güzeli doğuran öznel uygunluk, ikincisi yararlıyı doğuran 
nesnel uygunluk. Bunun içindir ki bir çiçek, yağlıboya bir tabloda 
estetik yargının konusu olurken bir ilaç kutusunun içinde ereksel 
yargının konusu olabilir.
 
Cansız doga, sürekli bir nedensellik içinde Dekartcı bir mekanizmle 
düzenlenmektedir. Canlı doğaysa kendi ereğiyle düzenlenir. Kömür bir 
neden-sonuç zincirinin ürünüdür, ama göz pek bellidir ki görmek için 
yapılmıştır. Bu yüzden, doğanın açıklanışında ereklik kavramından 
vazgeçemiyoruz.
 
Kant, burada, usun metafizik yapamayacağını söylediği halde metafiziğin 
alanına yeniden ve iyice girmekte olduğunu görerek sakıntılı bir dil 
kullanmaktadır. Ne nedensellik ne de ereklik doğanın kendiliğini 
açımlayamaz, der. Cansız ve canlı, tümüyle doğa, Kant'a göre bilinemez 
olmakta devam etmektedir. Duyular bize bu bilginin anahtarını veremez, 
ama duyular-üstü'nde "anlakalır'da birtakım anahtarlar gizlidir". 
Görüldüğü gibi, idealizmin kapısını her şeye rağmen aralık bırakmak 
bilinemezciliğin zorunluğudur.
 
Kendisinden önceki felsefe akımlarının düşünsel sentezini ustaca 
gerçekleştiren Immanuel Kant'ın, kendisinden sonraki felsefe akımlarını 
büyük ölçüde etkileyen bu üç önemli yapıtını toparlarsak şu sonucu 
saptarız: Doğru'yu us kurar, iyi'yi us buyurur, güzel'i us yargılar. 
Bilinemez kendilik'in dışındaki bilinir olaylar dünyasını teksözle us 
düzenler. Bu yargı, idealist bir yargıdır.
 
Immanuel Kant'ın kendi felsefesini adlandırmak için ilerisürdüğü 
eleştiricilik deyimi, inakçılık ve şüphecilik deyimlerine karşıt bir 
anlam taeir. Öznel düşünceci bir yaklaşimla usçuluk ve görgücülük 
öğretileriyle savaşmak amacını gütmüştür. Nesnelerin özünün 
bilinemeyeceğini ilerisürerek bilme sürecini yadsımış ve 
bilinemezcilik'e varmıştır.
     
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder