9 Aralık 2014 Salı

Dünya Tarihine Yön Veren En Etkin 100 Kişi

500.000'den fazla satmış, 15 dil çevirisi olan, objektif bakış açısıyla değerlendirilmiş ve tüm dünya otoriterlerince kabul görmüş michael h. hart kitabı.

listenin en başında peygamber efendimiz HZ. MUHAMMED yer almaktadır.

liste şu şekilde:

1. muhammed (571-632), islamın kurucusu,
2. isaac newton (1642-1727), modern fiziğin kurucusu
3. jesus christus (7 m.ö.-30), hıristiyan dininin kurucusu
4. gautama buddha (563-483 m.ö.), budizm'in kurucusu
5. konfüçyus (551-479 m.ö.), çinli ahlak ve devlet filozofu
6. paulus (4 m.ö.-64), en büyük hıristiyan misyoner.
7. ts'ai lun (50-114), kağıdın çinli kaşifi
8. johannes gutenberg (1400 öncesi - 1468), matbaanın kaşifi
9. christoph kolomb (1451-1506), amerika’nın en önemli kaşifi
10. albert einstein (1879-1955), 20. asrın en büyük fen bilimcisi (rölativite teorisi)
11. karl marx (1818-1883), komünizmin teorisyeni (friedrich engels ile birlikte)
12. louis pasteur (1822-1895), mikrobiyolojinin kurucusu, koruyucu aşılar yaptı
13. galileo galilei (1564-1642), teleskop astronomisinin kurucusu
14. aristo (384-322 m.ö.), batı felsefesine mantığı soktu
15. lenin (1870-1924), bolşevik gücü rusya'da başarıya ulaştırdı.
16. musa (1300 m.ö.), yahudi monoteizmini kanunlaştırdı, yahudileri mısır'dan çıkardı.
17. charles darwin (1809-1882), modern evrim teorisinin kurucusu.
18. shih huang ti (260-209 m.ö.), ilk birleşik çin devletini zorla kurdu.
19. augustus (63 m.ö. -14), roma imparatorluğunun önemli hükümdarı.
20. mao tse-tung (1893-1976), çin komünizminin kurucusu
21. cengiz han (1167-1227), moğol imparatorluğunun kurucusu.
22. öklid (365-300 m.ö.), geometrinin kurucusu
23. martin luther (1483-1546), protestan reformcu
24. nikolaus kopernikus (1473 - 1543), modern astronominin kurucusu
25. james watt (1736-1819), buharlı makinanın kaşifi.
26. büyük konstantin (280 sonrası 337'e kadar), roma imparatorluğunun ilk hıristiyan kayzeri.
27. george washington (1732-1799), abd'yi bağımsızlığına kavuşturdu; ilk amerikan başkan.
28. michael faraday (1791-1867), elektromanyetizmin, motor ve jeneratörün prensiplerinin kaşifi.
29. james c. maxwell (1831-1879), elektromanyetizmin kanunlarını keşfetti.
30. wright kardeşler, orville (1871 ila 1948) ve wilbur (1867-1912), ilk motorlu uçağı yaptılar.
31. antoine lavoisier (1743-1794), modern kimyanın kurucusu (elementar analiz).
32. sigmund freud (1856-1939). psikanalizin kurucusu.
33. büyük iskender (356-323 m.ö.), şarkta yunan kültürünü yaydı.
34. i. napolyon (1769-1821), napolyon kodunu oluşturdu, birçok modern kanun kitaplarının örneği.
35. adolf hitler (1889-1945), ikinci dünya savaşı'nı çıkardı.
36. william shakespeare (1563 ila 1616), dünya edebiyatının en önemli drama yazarı.
37. adam smith (1723-1790), klasik ulusal ekonominin kurucusu.
38. thomas a. edison (1847-1931). en başarılı kaşif (ampül, elektrik fabrikası, ses kaydı vd.)
39. antoni van leeuwenhoek (1632 ila 1723), mikropları keşfetti.
40. eflatun (427-347 m.ö.), bilgi öğretisi batı felsefesini etkiledi.
41 guglielmo marconi (1847-1937), telsiz-telgrafın kaşifi.
42. ludwig van beethoven (1770 ila 1827), onun yapıtı müziğe yeni boyutlar kazandırdı.
43. werner heisenberg (1901 -1976), kuantum mekaniğinin kurucusu.
44. alexander g. bell (1847-1922], telefonun kaşifi.
45. alexander fleming (1881-1955), penisilini keşfetti.
46. simon bolivar (1783-1830), latin amerika'yı kurtardı.
47. oliver cromwell (1599-1658), onun yönetiminde ingiltere cumhuriyet oldu.
48. john locke (1632-1704), aydınlanma felsefesinin kurucusu
49. michelangelo (1475-1564), rönesans heykel traşçısı, ressam ve mimar
50. ii. urban (1035-1099), papa, haçlı seferleri başlattı.
51. i. ömer (580-644), halife, islam imparatorluğu'nun organizatörü.
52. ashoka (273-236 m.ö.), hindistan'da budizm'i yaydı.
53. augustinus (354-430), kilise hocası
54. max planck (1858-1947), kuantum teorisini formüle etti.
55. johann calvin (1509-1564), kalvinizmin kurucusu
56. william t. g. morton (1819 bis 1868), eter narkozunu tıbba kazandırdı.
57. william harvey (1578-1657), kan dolaşımını keşfetti.
58. henri becquerel (1852-1908) radyoaktiviteyi keşfetti.
59. gregor mendel (1822-1884), kalıtım öğretisini açıkladı.
60. joseph lister (1827-1912), antiseptik yara tedavisini geliştirdi.
61. nikolaus otto (1832-1891), dört taktlı motoru inşa etti
62. louis daguerre (1787-1851), ilk kullanışlı fotoğraf yapma usulünü buldu.
63. josef stalin (1879-1953], sscb'yi vahşi bir baskı ile yönetti.
64. rene descartes (1596-1650), rasyonalizmin savunucusu.
65. julius sezar (100-44 m.ö.), jülyen takvimini yürürlüğe soktu ve galile'yi fethetti.
66. francisco pizarro (1478 ila 1541), inka imparatorluğunu fethetti.
67. hernan cortes (1485-1547), aztek imparatorluğunu fethetti.
68. i. isabella (1451-1504), ispanya'yı birleştirdi ve kolomb'u finanse etti
69. fatih wilhelm (1027 ila 1087), ingiltere'yi fethetti.
70. thomas jefferson (1743-1826). abd'nin bağımsızlık bildirisi'ni formüle etti.
71. jean jacques rousseau (1712-1778), fransız devriminin öncüsü
72. edward jenner (1749-1823), çiçek hastalığı aşısını geliştirdi.
73. wilhelm röntgen (1845-1923), ismiyle maruf röntgen ışınlarını keşfetti.
74. johann sebastian bach (1685 ila 1750), onun kompozisyonları yeni müziğin temelini attı.
75. lao tse (480-390 m.ö.), taoizm'in tebliğcisi.
76. enrico fermi (1901-1954), ilk atom reaktörünü kurdu.
77. thomas malthus (1766-1834), ilk nüfus bilimcisi
78. francis bacon (1561-1626), ingiliz ampirizminin kurucusu.
79. voltaire (1694-1778), avrupa aydınlanmasının en önemli temsilcisi.
80. john f. kennedy (1917-1963), apollo uzay programını başlattı. (aya iniş)
81. gregory pincus (1903-1967). ilk hormonel doğum kontrolü hapını geliştirdi.
82. sui wen ti (541-604), çin'in tekrar birleşmesini sağladı.
83. mani (216-276), fars maniheizminin kurucusu.
84. vasco da gama (1469-1524), hindistan'a giden su yolunu buldu.
85. büyük şarlman (742-814), ortaçağın kutsal roma imparatorluğu'nun kurucusu.
86. büyük kyros (590 ila 529 m.ö.), eski fars dünya imparatorluğunun kurucusu.
87. leonhard eller (1707-1783), matematik ve fizik arasındaki ilişkiyi buldu.
88. niccolo makyavelli (1469-1527), rönesansın devlet filozofu.
89. zerdüşt (628-553 m.ö.), farslı din kurucusu.
90. menes (3100 m.ö.), mısır'ın kuzey ve güney imparatorluklarını birleştirdi.
91. deli petro (1672-1725). rusya'yı batıya açtı.
92. meng tzu (372-289 m.ö.), aydınlanmış bir yönetimin çinli savunucusu.
93 john dalton (1766-1844), modern atom teorisinin kurucusu.
94. homer (800 m.ö.), 'ilyada' ve 'odyssee' yapıtlarıyla ölümsüz oldu.
95. i. elisabeth (1533-1603), büyük biritanya'yı bir dünya gücü haline getirdi.
96. i. jüstinyanus (487-565), roma hukukunu yazılı hale getirdi.
97. johannes kepler (1571-1630), gezegenlerin yörüngelerinin kanunlarını buldu.
98. pablo picasso (1881-1973), modern ressamlığın kurucusu.
99. mahawira (477 m.ö.), hindli jainizmin kurucusu.
100. niels bohr (1885-1962), ilk atom modelini geliştirdi.

Karl Marx 


Komünizmin kurucularından olan Karl Marx5 Mayıs 1818’deAlmanya’nın Trier kentinde doğdu. Babası avukat Hirschel Marx, annesi Henrietta Marx idi.
Ailesi Karl henüz bir çocukken Yahudilikten vazgeçip, Protestanlığı seçti. Trier’de klasik eğitimini tamamlamış olan Karl Marx, daha sonraBonn Üniversitesinde hukuk okudu ama felsefeye olan ilgisi onu bu disiplinden uzak tuttu. Beş yıl boyunca "Aydınların metropolü" Berlin’de yaşadı.
Berlin'den ayrılmasının ardından, bonn’da Rheinische Zeitung adlı bir gazetenin editörlüğünü yaptı. Sonraları radikal bir gazete, Franco-German Annals'ı çıkarabilmek için 1843’te Paris’e gitti. Paris’e gitmeden önce Jenny Von Westphalen’la evlenmişti. Bir yıl sonra yaşam boyu hem arkadaşı hem ortağı olacak Fredrick Engels’le tanıştı. Engels de çalışmalarını sanayi işçileri hakkında yapmaktaydı. O dönemde ikisi de devrimci gruplara dahildiler. Bu sırada Marx, kendini siyasal ekonomi ve Fransız Devrimi tarihini çalışmaya adadı.
Paris’te çıkardığı gazetedeki yazılarından itibaren Marx, işçi sınıfının toplumu özgürlüğüne kavuşturacağını savundu. Bu gazeteler Almanya’da derhal yasaklanmışlardı. 1844’te yayınladığı Ekonomi ve Felsefe Yazmaları’nda dışlanma kavramını sundu ve açıkladı.
1845’te tehlikeli bir devrimci olduğu için Paris’ten atıldı ve Brüksel’e gitti. 1847’de Proudhon’un eserinin eleştirisini yaptığı Yoksulluk Felsefesi’ni yayınladı. Yine 1847’de burada Engels’le birlikte Komünist Manifesto’yu hazırladı. Bu manifesto 1848’de Londra’da Komünist Parti Manifestosu olarak, Şubat devriminden hemen önce işçi sendikalarınca benimsendi.
Belçika’dan da sürülen Marx, çalışmalarını arka plana itip harekete katılmak üzere bir süre Fransa’ya gitti. Oradan Almanya’nınCologne kentine gelerek Engels’le birlikte Neue Rheinische Zeitung Gazetesini çıkarmaya başladı. 1848 basın özgürlüğü’nden en iyi yararlanan gazete bu oldu. 1849’da hayatının kalanını geçireceği Londra’ya gitti. Gazeteyi çıkarmaya burada bir süre daha devam etti. Aynı zamanda Avrupa politikası editörü olarak New York Tribune gazetesine düzenli olarak yazmaya devam ediyordu, bu iş Amerikan sivil savaşının patlak vermesine kadar sürdü.
2 Aralık darbesi onu Louise Bonaparte’ın 18. Brumaire’ini yazmaya sevk etti. 1859’da siyasal ekonomi çalışmaları ilk meyvesini verdi: Ekonomi Politikası Eleştirilerine Bir Katkı, İlk Bölüm. Bu çalışması yeni bakış açıları getirdi. Nihayet 1967’de KapitalBir Ekonomi Politikası Eleştirisi, İlk Bölüm yayınlandı. Hayatını adadığı çalışmaları bu eserde bir araya gelmişti.
--
Bu güne kadar yapılmış ve bu günden sonra yapılacak tüm sosyalizm çalışmalarının kaynağı ve mücadele edilmesi gerek bir metin olan Kapital, işçi sınıfının siyasal ekonomisinin bilimsel araştırmalar ve bulgularla desteklenmiş halidir. Sermaye ve emek arasındaki ilişkiyi inceleyen ilk çalışmadır, işçilerin sanayinin bir parçası olarak sunulması, fazla mesai, kadın ve çocukların emekleri ilk defa bu eserde konu edilmiştir.
--
Karl Marx, yıllarca Alman yazarlar arasındaki "en iyi alçak" olarak görüldü. Marx, çalışmalarının yanı sıra işçi hareketlerine katıldı. Uluslararası İşçi Derneği’nin kurucularındandı. Fransa’daki 1871 seçimlerinde hareketinin bozguna uğramasıyla daha da kötüye giden sağlığı, Marx’ın Kapital’in kalan iki bölümünü tamamlamasına engel oldu.
Marx ailesinin hayatı kirayı zor ödeyecek şekilde geçti. Jenny ve Karl Marx’ın altı çocuğu vardı. Jenny ve kızları Eleanor, Karl’a çalışmalarında yardım ediyorlardı. Zaten Karl’da günlerini British Museum’daki kütüphanede çalışarak geçiriyordu. Daha sonra bir öğretmen olmak üzere evden ayrılan Eleanor, 1881’de ikisine hasta olan anne ve babasına bakmak için eve döndü. Karl Marx, 14 Mart 1883'de Londra’da öldü.

Lanetlenmiş ötekinin biricik geleceği


Nazım Hikmet'ten Yaşar Kemal'e; Ahmet Kaya'danHrant Dink'e kadar uzanan bir gelenektir bu. Duymak istediklerini duymayan bir devlet baba(!) ve onun çocuklarının, üvey evlatlarına ettiği işkencelerin bütünü de denebilir aslında.  Hapislere sürülen, öldüren, sürgün ettirilen,  yani türlü yollarla susturulması istenmiş binlerce dâhiyane çocuğun yürek acısı. Hepsi bir beyaz sayfanın üzerine mürekkep gibi döküldüğünde ortaya kocaman bir "Öteki" yazısı çıkar ki; bunun tarihini yazmaya ne bir yazarın ömrü, ne de bir kütüphane yeter.
Peki bu dahiyane çocuklar, neden hiç susmazlar? Kimi zaman karşılarına koskoca toplumu alabileceklerini, lanetleneceklerini bilmelerine rağmen neden hep o, kendi bildikleri doğrunun uğrunda eğilmeden, bükülmeden yazıp çizmeye devam ederler?
Karl Marx, "Lanetlenmeyi göze alamayan bir insan, hiçbir şey yapamazdiyor bu durum için. Özellikle ülkemiz açısından düşünüldüğünde pek çok yazarın, düşünürün ve sanatçının yaptığı dalanetlenmeyi göze almak değil de nedir?  
Çoğu zaman lanetlenmekten de öte, devlet ve toplum tarafından katli vacip durumuna gelmek pahasına düşüncelerinden dönmeyen bu insanlar, ötekileştirilme serüveninde hangi umuda bel bağlayıp direnmişlerdir sahiden?
Edebiyatımızın usta kalemlerinden Yaşar Kemal'în İnce Memed eserinde yer alan Hürü Ana, "Demir olsam çürürdüm, toprak oldum dayandım" diyor yaşadığı zorlukların üzerinden nasıl geldiğini açıklarken. Ne kadar güzel bir ifade. İnsan kendinin ve tabiatın özü olan toprağa sığınmaktan başka, nasıl koruyabilir kendini insanlardan! Muhtemel ki yaşadığı zamanın ötekisi olmuş tüm insanların da toprağı, hiç durmadan ekip biçerek özlerinde yeşerttikleri inançları olmuştur.
Frankfurt Okulu'nun ünlü düşünürü Theodor Adorno,"bilmek lanetlenmektirderken aslında insanın düşündüğüne ve bildiğine olan inancından dolayı yaşadığı buhranı anlatır. Her bilginin genişleyerek başka bilgilere de kapı açacağını düşünürsek; bilgiyle kazanılmış bir inancın, şüphesiz ki bir toplumda lanetlenmenin son raddesi olduğunu görürüz.
Politikacılar tarafından devletin vicdanı çoğu zaman sağa, nadiren sola kaysa da, gerçekleriyle bütünleşmiş aydınların vicdanı hep aynı yerdedir bu yüzden. Kendini ötekine güdülen düşmanlıkla kutsamış tüm rejimlerin vicdanı; düşmanın düşman olmaktan çıkmasıyla birlikte değişime uğrar. Bir an da her şey unutulur, eski düşman dost olur adeta.
Ülkemizde buna vereceğimiz örnek bir hayli fazladır. Zamanın Cumhuriyetçileri tarafından vatan hainliğiyle suçlanan Nazım Hikmet'in, şimdilerde en çok da Cumhuriyetçiler nezdinde kutsallaştırılması, bir zamanlar sırf Kürtçe şarkı söylemek istediği için halk düşmanı ilan edilen ve akabinde yurt dışına gitmeye zorlanan Ahmet Kaya'ya günümüzde adeta günah çıkarırcasına sevgi duyulması hemen akla gelecek örneklerdendir.
Peki düşmanı hem devlet, hem de toplum kitleleri olan düşünürler için umuttan bahsedilebilir mi? Kulaktan dolma bilgilerle, kendi mantığından ziyade toplum üzerinde yaratılmış yapay ideolojiye göre şekil alan güruh karşısında bilgi ve inancın lanetiyle düşmanlaştırılmış "öteki"nin umudu ne olabilir?
Bu noktada Albert Camus'un, "Yaşama umutsuzluğu yoksa yaşama aşkı da yoktur" sözü oldukça anlamlıdır. Ötekinin kendine ait umutsuzluğu, yaşamının ana dinamiğine döndüğünde karşı karşıya kaldığı zorluklar bir umutsuzluk ve tatminsizlik getirse de aslında ona gizli bir yaşam bilgeliği ve yaşam aşkı da yüklemektedir.Çünkü bildiğini saklamayan ve bunu dile getirdiği ölçüde toplumdan uzaklaştırılan düşünür, belli bir süre sonra yalnızlığın da etkisiyle artık kendini anlatmaya çalıştığı toplumun dilinden, zamanından ve uzamından da iyice ayrılmıştır. Bu ise başka bir gözle dünyaya bağlanmanın yolunu açar onlara.
Yani bu güne ait olamayan lanetli ötekiler, geleceğe diker gözlerini.
Kendi yaşadığı döneme olmasa bile geleceğin anlayışına dair bir kaybedişe razı olmanın verdiği bilgelikle yaşarlar hayatı. Gelecek, hiç kimseye bahşedilmediği için lanetleyecek kimse yoktur artık. Her eylem bunun içindir. Gelecek, ötekinin biriciğidir.
Yaşadıkları döneme direnen tüm lanetliler, yazdıklarıyla ve yaptıklarıyla, kendilerini lanetleyenlerden, bir nevi intikam alırlar. Bir gün mutlaka geleceğin, geçmişin yapay algısını yıkıp kendilerine ulaşacağını bilir. Nazım Hikmet'in dediği gibi, "Gelecek günler için gökten ayet inmedi bize. Onu biz kendimiz vaad ettik, kendimize."
İşte bu kendiliğinden gelen inanç, her seferinde bozar laneti. Fakat ötekileşmiş pek çok lanetliye göremediği gelecekten geriye, bedenine ve ruhuna saplanmış onca yalnızlık ve acı kalır. 

Hakikat Arayışı

          

Arayışın Güzelliği

Her insan kendine sormalı: Doğduğumdan beri bana belletilen doğrulara mı inanıyorum hala, yoksa bunları sorgulayabildim mi? Fikrimi savunurken veya hayatımı yaşarken kendi gücüme mi güveniyorum yalnızca, yoksa sırtımı başka bir güce (devlete, dine, çoğunluğa v.b.) mi dayıyorum?
Dikkat ediniz; sağcı dediğimiz tip, çocukluğunda öğrendiği herşeyi genellikle körü körüne savunan bir tiptir. Otoriteye bağlılıktan kaderciliğe, dinsel dogmalardan genel ahlaka, çoğunlukla birlikte hareket etmekten suyun aktığı yöne gitmeye, tarih algısından kimliklere dek çocukluğunda ona ne öğretilmişse gözü kapalı onları savunur.
Sağcı dediğimiz tipin bir başka ayırt edici yanı da daima sırtını başka bir güce dayamasıdır. Bazen reisine, bazen polisine, bazen pipisine, bazen toplum çoğunluğuna, bazen genel ahlak ve namusa, bazen dine dayarlar sırtlarını. Kendilerine ve kendi fikirlerine güvenleri yoktur. Bu yüzden, en yalnız başlarına göründüklerinde bile arkaları kalabalıktır aslında. Onlar, doğrunun zaten bulunduğunu ve çoğunluğun bunu bildiğini varsayar ve sadece inanır, itaat ederler.
Şu hayatta öğrendiğim bir şey varsa, ''doğru''nun ne olduğunun asla tam olarak bilinemeyeceği, önemli olanın doğruya dönük arayışımız olduğudur. Arayışını bitirip mutlak doğruya ulaştığını sanan çıldırıyor. Yobazlık ve acımasızlık o noktada başlıyor işte. Bir cehennem kuruyor ve kendi doğrunu kabul etmeyeni orada sonsuz bir kibirle yakmaya başlıyorsun. Sadece din konusunda değil, örneğin sosyalizm için bile bu böyle.
Mutlak doğru'nun ne olduğunu bildiğine inanıyorsan her türlü kötülüğe bulaşabilirsin. Bu yüzden,esas önemli olan arayışın kendisidir. Bırak teoride bir yerlerin de ucu açık kalsın, zararı yok. Aramaya devam ettikçe zihnimiz açık olur ve gelişir. Bulmak değil aramak önemlidir. Zira herşeyin değiştiği ve hareketin hiç durmadığı bir dünyada aradığını zaten hiçbir zaman bulamazsın. Buldukların da değişir...
Mutlak doğru'ya sahip olduklarına inananlar siyaset de yapamazlar. Siyaset, farklılıkların müzakeresi değil midir biraz da? Sen hayatın anlamını çözmüşsen neyi müzakere edeceksin ki?Kendi doğrunu herkese dayatma derdine dönüşür tüm çaban. Sonu totaliter bir baskı rejimidir. Mutlak Doğrunun olduğu yerde, ona uyanın ulaşacağı bir cennet tasviri de olur. O cennete varıldığında yaşanacak ilk duygu ise kuşkusuz büyük bir hayal kırıklığı olacaktır.
Stalin'in de bir 'cenneti' vardı. Üretici güçler iyice gelişecek ve sonunda tarihin ilerlemesi komünizmevaracaktı. Bunu bir tür hedef gibi algılamıştı. O hedefe nasıl varılacağını da resmi ve mutlak doğru bir teoriyle ilan etmişti. Karşı çıkanları ezip geçti. Oportünistler, hainler, ajanlar, postmodernler, anarşistler, liberaller v.b. tonla suçlama havada uçuştu. Sonunda ne kaldı geriye? Bana cennetini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.
Farklı dinsel cennetler de böyle tarif edilmez mi? Sanki bir çeşit kadın kataloğu. İnci gibi siyah gözler, tomurcuklanmış memeler, yenilenen bekaretler... Daima eşlerine aşık, ondan başkasını görmeyen, sahip olmak için çaba gerektirmeyen sunulmuş kadınlar... Kendine güveni olmayan, insanı mülk edinme hırsıyla yaşamış, kimseyle duygusal olarak ilişkilenemeyen, bu yüzden duyguları da körelmiş, kadını tahakküm etmekte erotik bir haz bulan, annesiz oğlanlar için harika bir tarif! Kendi cennetini, mülk edindiği kadının cehennemi üzerine bina eden bir vicdansızlık abidesi değil mi bu?
Mutlak Doğru'yu açlıkla isteyip arayışın kendisini tehdit gibi algılayanların patolojik bir karakter yapısına sahip olmaları sık rastlanan bir durumdur. Böylelerinin cenneti bile sakattır
Mutlak Doğru yoktur. Hakikate ilişkin bitmeyen bir arayış vardır. Güzel olan da budur zaten

4 Aralık 2014 Perşembe

Ünlü Filozoflar ve Felsefi Görüşleri 2

Kendini bilmek, tüm bilgeliğin başlangıcıdır.Aristoteles(Mö.384- Mö.322)
Sorgulanmayan yaşam yaşanmaya değer değildir. Sokrates (Mö. 470-399)
Özler(varlıklar) gereksiz yere çoğaltılmamalıdır. Ockham’lı William  (1285 – 1349?)
Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabileceği kadardır. Mevlana(1207-1273)
Büyük fikirleri düşünenler büyük hatalar yaparlar. Martin Heidegger(1889-1976)
Uzun bir yolculuk tek bir adımla başlar. Konfüçyüs (MÖ.551 -479)
Zeki adamlar söyleyecek bir şeyleri olduğu için konuşurlar. Aptallar, konuşmaları gerektiği için. Platon  (M.Ö. 427-347)
Merak bir filozofun en düşkün olduğu şeydir. Çünkü felsefenin bundan başka bir başlangıcı yoktur. Platon (M.Ö. 427-347)
İnsan “ne ise o olmayı” reddeden tek yaratıktır. Albert Camus (1913 – 1960)
Hakiki ve ciddi bir tek felsefi sorun vardır: İntihar. Hayatın yaşamaya değer olup olmadığını yargılamak, bu felsefenin temel sorusunu oluşturur.  Albert Camus (1913 – 1960)
Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz Heraklit (Mö. 540 – 480)
Havaya atılan bir taş düşünebilseydi kendi isteğiyle yere düştüğünü sanırdı. Baruch Spinoza(1632-1677)
Cogito ergo Sum: Düşünüyorum, o halde varım. René Descartes (1596 – 1650)
Esse Est Percipi- Var olmak algılamaktır. …Ağaçlar algılayan birileri olduğu sürece vardırlar. Ormanda Bir Ağaç Devrilse Kimse Duyar mı?… George Berkeley (1685 – 1753)
Olabilecek dünyaların en iyisinde yaşıyoruz- Gottfried Wilhelm Leibniz (1646 – 1716)
Minerva’nın Baykuşu kanatlarını ancak gün batarken açar.  G.W.F. Hegel (1770 – 1831)
Devlet olmadan  insanın yaşamı yalnız, fakir, mutsuz ve kısadır. Thomas Hobbes (1588 – 1679)
Tanrı öldü. Friedrich Nietzsche (1844 – 1900)
Bir filozof söyledikleri ya da yazdıklarıyla tanınmamalı, nasıl yaşadığıyla, hatta yürüyüşüyle tanınmalıdır. Friedrich Nietzsche (1844 – 1900)
Delilik, kişide seyrek görülür; ancak gruplar, partiler, uluslar, çağlar için bir kural halindedir..Friedrich Nietzsche (1844 – 1900)
Dünyada görmeyi istediğiniz değişimin kendisi olunuz. Mahatma Gandhi (2 Ekim 1869 – 30 Ocak 1948)
özlü sözlerİnsanoğlu  kainat dediğimiz bütünün bir parçasıdır, zaman ve mekanla sınırlanmış bir parça… Kendi benliğimizi, düşüncelerimizi ve duygularımızı her şeyden soyutlanmış hissediyoruz, ve buna bilincin yarattığı bir göz yanılsaması denebilir. Bu yanılsama bizi kişisel arzularımıza ve en yakınımızdaki birkaç kişiye olan bağlılığımıza hapseden bir cezaevi gibidir. Görevimiz, şefkat evrenimizi tüm canlıları ve bütün güzelliğiyle doğayı da kapsayacak şekilde genişleterek, kendimizi bu cezaevinden azat etmek olmalıdır. İnsanoğlu varlığını sürdürecekse yeni bir zihniyete ihtiyacı vardır. Albert Einstein (14 Mart 1879 – 18 Nisan 1955)
İyi veya kötü insan diye bir şey yoktur. İnsanlar iyi veya kötü olmayı düşünceleriyle belirlerler. William Shakespeare (1564- 1616)
Filozoflar dünyayı yalnızca yorumlamışlardır oysa sorun onu değiştirmektir. Karl Marks(1818-1883)
Doğruyu söylersen, hiçbir şeyi hatırlamak zorunda kalmazsın. Mark Twain(1835-1910)
En büyük bilgelik şu andan zevk almayı hayatın en büyük amacı kılmaktır, çünkü tek gerçek budur, başka her şey düşünce oyunudur. Ama bunun en büyük budalalığımız oldugunu da söyleyebiliz, çünkü yalnızca kısa bir süre için var olan ve bir rüya gibi kaybolan içinde bulunduğumuz bu an asla ciddi bir çabaya değmez. – Arthur Schopenhauer(1788- 1860)
Bir kimsenin düşüncesini açıklayamaması köleliktir. Euripides(Mö. 480-406)

Ünlü Filozoflar ve Felsefi Görüşleri

"Doğru ve genel geçer bilgi elde edilebilir. Böyle bir bilginin kaynağı akıldır, düşünmedir." tezini savunun görüşe, akılcılık (rasyonalizm) adı verilir. Bu görüşe göre, akıl yoluyla belirlenmiş zorunlu, kesin, genel geçer bilgi örneği matematik ve mantıktır.

SOKRATES (M.Ö. 469-399)

İlk rasyonalist düşünürdür. Sahip olduğu görüşlere ilişkin hiçbir yazılı eser bırakmamıştır. Onun görüşleri öğrencisi olan Platon'un kitaplarından öğrenilmiştir. Sokrates'e göre bilgilerimiz doğuştandır. Bunu kanıtlamak için hiç matematik bilgisi olmayan bir köleye, yönelttiği sorularla bir geometri öğretemez, ancak onda doğuştan bulunan bilgi ve düşüncelerini uyandırabilir.

Onun bu yöntemine diyalektik (soru-cevap) sanatı denir. Bu yöntem üç aşamadan oluşur: Soru sorma, ironi (alay etme), mayotik (doğurtma).

Sokrates bu yöntemle kavrama ulaşmayı amaçlar. Kavram ile yargılara sağlam bir temel bulacağına inanmıştır. Sokrates'in üzerinde durduğu başlıca konu ahlâk olmuştur. Erdemli olmanın (ahlâklılık) mutlu olmaya vardıracağını, bu nedenle erdemin bilgi olduğunu dile getirmiştir.

PLATON (Eflatun M.Ö. 427-347)

Sokrates'in öğrencisidir. Rasyonalist anlayışı daha sistematik bir yapıya dönüştürmüştür. Platon'a göre iki evren vardır: Biri duyumlanabilen varlık evreni, diğeri akıl ve düşünme yoluyla kavranabilen idealar evrenidir. Asıl gerçeklik idealar evrenidir.

Duyular yoluyla kavranabilen evren, idealar evreninin bir görüntüsü, kopyasıdır. İnsan, gerçek bilgiye, idealar evrenini kavrayarak, yani düşünerek varabilir. Duyumlanan evrenin bilgisi yanıltıcıdır ve görelidir. Bu düşünceleriyle Platon, rasyonalizmi idealizmle özdeşleştirmiştir.

ARİSTOTELES (M.Ö. 384-322)

Platon'un idealizmini eleştirerek rasyonalizmi realist bir anlayışa dönüştürmüştür. Aristoteles, aynı zamanda mantığın kurucusudur. Ona göre mantık, doğruya vardıran bir araçtır. O, mantıklı düşünmeyi tümdengelim olarak değerlendirir. Gerçek bilgi, tümel gerçekliklerden tümdengelim yoluyla elde edilebilirler. Aklın genel gerçekliklerden yola çıkarak buradan tikel ve özel bilgiler elde etmesi, aklın temel fonksiyonudur ve türevidir.

Aristotelese göre iki tür bilgi vardır: Biri deneye, yani yaşarken duyum ve algılarla kazanılan bilgiler, diğeri ise bilimsel bilgidir. Bilimsel bilgi; kavram, yargı ve akıl yürütmeye bağlıdır. Bilimsel bilgi, tek tek var olanlardan kalan bilgi olmayıp, genel ve tümel olanı kavramaya yönelik rasyonel bilgidir.

Aristoteles için akıl da etkin ve edilgen akıl olarak iki yönlü özellik gösterir. Etkin akıl, ideaları kavrar, bilir ve bütün insanlar da ortaktır. Edilgen akıl ise duyu verilerini işler, tümel kavramları oluşturur. Bu akıl bulunduğu bireyin özelliğini taşır.

FARABİ (870-950)

Farabi, İslam Felsefesi'nin kurucusudur. Aristoteles'in felsefesini benimsemiştir. Kuran ile Aristoteles felsefesini uzlaştırmaya çalışmıştır. Bu nedenle Farabi'ye ikinci öğretmen (muallim-i sani) denmiştir.

Farabi'ye göre en gerçek, en yüce varlık Tanrı'dır. Tanrı, var olmasını bir başka şeye borçlu olmayan, varlığını kendinden alan bir özelliğe sahiptir. Diğer varlıklar ise kendi başlarına var olamaz.

Farabi'ye göre Tanrı, hem öz hem de varoluştur. Yaratılanlar, Tanrı'ya en yakın varlıklar olan "akıllar" halinde Tanrı'dan çıkarak, var olurlar. Bu var oluş bir sıra düzenine göre olur. Tanrı'dan çıkan "akıl"lar arasında en önemlisi hep etkin akıldır. Bu akıl, mutlak bilgi ile aynıdır. İlk bilgiler bu etkin akıldan çıkmıştır.

Duyumlara ve mantıksal çıkarımlara dayalı bilgilerin doğruluğundan emin olunamaz. Doğrulukları deneyle kanıtlanmış bilgiler tümel bilgilerdir. Bu bilgiler,doğruluğu aynı zamanda akla dayalı olan gerçek bilgilerdir.

DESCARTES (1596-1650)

Yeniçağ'da rasyonalizmin temsilcisi, Fransız filozofudur. Matematikçidir. Matematikte "Analitik Geometri"nin kurucusudur. Descartes'e göre matematiğin metodunda analiz ve sentez vardır. Bu yol, gerçeği elde etmede kullanılacak en doğru yoldur.

Descartes, insan zihninde doğuştan var olduğunu kabul ettiği gerçeklerden başlanarak ve matematiğin metodu kullanılarak apaçık bilgilere varılabileceğini iddia etmiştir.

Descartes, doğrulara, gerçek bilgilere varmada "şüphe" metodunu kullanmıştır. Kullandığı şüphe, bir amaç değil bir araç şüphesidir. Descartes'e göre şüphe etmek düşünmektir. Şüphe eden kişi düşünüyor demektir. Şüphe eden kişi, şüphe eden benliğinden, yani bilincinden ve bilincinin varlığından şüphe edemez. İşte bu Descartes'e göre ilk elde edilen gerçekliktir. Daha sonra bu yöntemle Tanrı'nın ve varlıkların şüphe edilemeyecek gerçeklikler olduğunu kanıtlar. Kanıtlamalarını hep akıl yoluyla yapar.

LEİBNİZ (1646-1716)

Leibniz bir Alman düşünürüdür. Aynı zamanda bir mantıkçı ve matematikçidir. Ona göre insan bilgisi iki yolla elde edilir: Duyularla ve akıl yoluyla elde edilen bilgiler. Duyu bilgisi, yanıltıcı ve güvenilir olmayan bilgidir. Matematik bilgisi buna örnektir.

Leibniz'e göre her şey Tanrı'dan türemiştir. Tanrı sonsuzdur. İnsan aklı Tanrı bilgisine "çelişmezlik" ilkesi ile varır. Bu tür bilgiler, ezeli ve ebedi hakikatleridir. Bunun yanında olgulara dayalı bilgiler de vardır. Bu bilgiler "yeter sebep" ilkesine dayanırlar. Bu görüşleriyle Leibniz, rasyonalizm ile empirizmi uzlaştırmaya çalışmıştır.

HEGEL (1770-1831)

Hegel'e göre akıl değişmez, mutlak, en güvenilir bilgi kaynağıdır. Akıl, insan düşünmesini ve bilinçsiz doğayı idare eden bir kanundur. Düşünmek, araştırılan ve bilgisi elde edilmek istenen "nesnenin özünü bilmek" etkinliğidir.

Her nesnede görüntüsünün ardında bir de öz vardır. Düşünmek, nesnenin ardındaki bu özü kavramaktır. Hegel'e göre akla uygun olan gerçektir. Akıl, mutlak varlığın ve doğadaki değişmenin bilgisini apaçık olarak vermektedir.

TASAVVUF FELSEFESİ

TASAVVUF FELSEFESİ

Köklerinin Eflâtun (Platon)'da aranması gereken Tasavvuf felsefesine göre evren tek bir varlıktır. Bu tek varlık Tanrı'dır. Ezelî ve ebedî olan, yani sonsuzdan gelip sonsuza giden Tanrı zaman ve mekân (yer) varolmadan önce vardır, hep varolacaktır. Bu tek varlığa, Tanrı'ya, Vücud-i Mutlak denir. Vücud-i Mutlak, yani Tanrı, bütün güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları da içerir, onun için de, aynı zamanda, Cemâl-i Mutlak, Hüsn-i Mutlak, Hayr-i Mutlak, Kemâl-i Mutlak'tır. Tanrı önceleri kendi evreninde, güzelliğin görkemiyle çevresine ışık saçmaktaydı. Ama bu güzelliği görecek yoktu. Oysa güzellik görünmek ister. Tanrı da görünmek, Tecelli etmek istemiş, bir aynaya bakar gibi, Adem-i Mutlak'a, yani yokluğa bakmış, "Kün" emrini vermiştir. "Kün", yani ol deyince evren oluşmuştur. Demek ki bu evrende görülen her şey Vücud-i Mutlak'ın Adem-i Mutlak'a yansımasıdır, yani evren Tanrı'nın yoklukta yansıyan görüntüsüdür. Öyleyse insan da Tanrı'nın görüntüsünden bir parçadır, Tanrı'dan bir parçadır. Tanrı o aynadan yüz çevirince, ki aslında o ayna da bir kuruntu, bir hayaldir, bütün evren yok olacaktır. Yani Vücud-i Mutlak Adem-i Mutlak'a bakmadığı anda bu hayal alemi, görüntünün aynadan siliniyi gibi silinecek, o ayna bile yok olacak, yalnızca Tanrı kalacaktır.

Şöyle bir soru geliyor akla: Evren bütün güzellikleri, iyilikleri, olgunlukları içeren Tanrı'nın görüntüsüyse, yeryüzünde gördüğümüz bunca çirkinlik, kötülük, çiğlik nasıl oluşmuş?
Tasavvuf filozofları şöyle diyorlar: Her şey kendi karşıtıyla belirir. Evrendeki tek varlığın, Tanrı'nın Tecellisi, görünmesi için bile, Adem-i Mutlak'a bakarak "Kün" emrini vermesiyle oluşan görüntüde, hem Vücud-i Mutlak'ın, yani varlığın, hem de Adem-i Mutlak'ın yani yokluğun, izleri, özellikleri vardır. Demek ki evrende, dünyada, insanda varlık ile yokluk, gerçek ile hayal, iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik, olgunluk ile çiğlik birlikte bulunur. Kötülük olmasa iyilik anlaşılamaz, bilinemezdi. Ama iyilik, güzellik, olgunluk gibi nitelikler gerçektir. Tanrı'nın nitelikleridir, sonsuzdan gelip sonsuza giderler. Kötülük, çirkinlik, çiğlik gibi nitelikler ise hayaldir, geçicidir, Adem-i Mutlak'ın, yani yokluğun nitelikleridir. Gerçek niteliklerin, iyiliğin, güzelliğin, olgunluğun, Tanrı'nın niteliklerinin belirmesi için geçici olarak oluşturulmuşlardır.
Burada insanın nasıl yaşaması gerektiği konusu çıkıyor ortaya: İnsan bu fanî alemde, yani ölümlü dünyada, nasıl yaşamalı?
Evrende, dünyada, insanda kalıcı varlık nitelikleriyle, geçici varlık nitelikleri birlikte bulunduklarına göre, insan kalıcı niteliklere sarılıp geçici niteliklerden arınmaya çalışmalıdır. Kalıcı nitelikler, yaşarken de onu Tanrı'ya yaklaştırır, geçici nitelikler ise onu Tanrı'dan uzaklaştırır, Tanrı ile kullarının arasına girer. İnsanın yeryüzündeki kötülüklerden, çirkinliklerden, çiğliklerden arınması, nefsini yenerek benliğini öldürmesiyle, kendisini Tanrısal aşka vermesiyle sağlanabilir. Dünyadaki geçici niteliklerden arınmayan, kendini Tanrısal aşka vermeyen bir kimsenin, gökten inen bütün kitapları okusa da, namazını niyazını yerine getirse de, Tanrı'ya ulaşması olanaksızdır.
Ama bu hiçbir zaman dünyayı önemsememek anlamına gelmez. Dünya Tanrı'nın görüntüsüdür. Dünyadaki güzellikler, iyilikler, olgunluklar Tanrı nitelikleridir. Bunları da sevmelidir. İnsan dünyada yaşarken de sevmeli, sevilmelidir. Tanrısal aşka giden yolda, Mecaz-i Aşk'ın, yani insansal aşkın da yeri, önemi vardır, ama bu aşkla fazla oyalanmak yolun sonuna ulaşmayı geciktirebilir. İnsansal aşk Tanrısal aşk yolunda çabucak geçilmesi gereken bir köprüdür. O köprü geçilince yolcunun gözleri açılır. Tanrısal aşkın ışığında gerçeğe ulaşır. Artık ne yana baksa Tanrı'nın güzelliğini görür, her yanı Tanrı ile kuşatılmıştır. Gözlerini kendine çevirir, orada da Tanrı vardır. Tanrı'nın varlığına erişmiştir. Böylece insan Fenâfillah, sonra da Bekâbillah derecesine erişmiş olur. Daha ötesi yoktur.
İnsan Tanrı yoluna, tarikata girdikten sonra, davranışlarıyla çeşitli mertebelerden geçer. Hazarât-ı Hams denen bu beş mertebenin (Hazret-i Gayb-i Mutlak, Alem-i Ceberûd, Alem-i Me'ekûd, Alem-i Şehâded, Alem-i İnsan-ı Kâmil) sonuncusu bütün öbür mertebeleri de kapsar. Tasavvuf felsefesinde insana verilen önem, İnsan-ı Kâmil'de doruğuna varır. Bu mertebe Tanrı ile bir olmanın, Fenâfillah, Bekâbillah mertebesinin eşiğidir.

Yaşarken Tanrı varlığında erimiş, Tanrı ile bir olmuş bazı sofiler bu durumları anlatmak için "Enel Hak" (ben Tanrı'yım) derler. Mezhep çatışmalarında, Sünnî-Şiî çekişmelerinde bu söz yüzünden canını vermiş Tasavvuf uluları vardır. X. Yüzyılda İranlı Hallac-ı Mansur bu yüzden asılmış, XV. Yüzyıl başında Bağdatlı Seyyid Nesimî bu yüzden diri diri derisi yüzülerek öldürülmüştür.
Tasavvuf felsefesinde insana verilen önemi anlamak için Devir Kuramı'ndan da söz etmek gerekir. Burada "devir", devremek, dönmek anlamına geliyor. Bu "Dönüş Kuramı"na göre, varlıklar Alem-î Gayb'dan Alem-î Şühud'a indiklerinde, yani yokluk dünyasından varlık dünyasına indiklerinde, önce cansız varlık, sonra bitki, sonra hayvan, sonra da insan biçiminde görünürler. Varlık insan mertebesine yükselince, gerçeği bilmek, aslına kavuşmak özlemi duyar, derece derece yükselerek İnsan-ı Kâmil olur, Tanrı'ya, yani aslına kavuşur. Alem-i Gayb'dan Alem-i Şuhud'a inmeye Seyr-i Nüzul denir. Cansız varlıktan yükselip Tanrı'ya ulaşmak ise Seyr-i Uruç'tur. Bu iniş çıkışa, Tanrı'dan inip Tanrı'ya yükselmeye de Devir denir.
Görüldüğü gibi insan Tasavvuf felsefesinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Tanrı en çok insanda belirmiş, onda yoğunlaşmıştır. İnsan evrenin gözbebeği, en değerli varlığıdır. Hiçbir ayrım yapmadan bütün insanlar aynı değeri taşır. Din, mezhep, ırk, renk, yoksul, zengin ayrımı yoktur. Yalnızca Tanrı yolundaki derecelerine göre daha değerli sayılan, daha yüksek mertebelere çıkmış insanların üstünlüğü vardır.
Şöyle bir soru geliyor akla: Sevgiye, aşka, gönül bağlılığına dayanan bir felsefe niçin Tanrı ile insan arasına birtakım başka insanlar, din adamları sokuyor?
Tasavvuf felsefesine göre, insan kişisel çabalarıyla geçici niteliklerden arınıp Tanrı'ya ulaşamaz, bir yol göstericiye, bir Mürşid-i Kâmil'e bağlanması gerekir. Yani bir tarikata girecek, sıkı kurallara uyacaktır. Tarikata girmenin töreni vardır. Kurallara uymayanlar "düşkünlük" cezasına çarptırılır, bir süre aforoz edilirler.
Tanrı'ya kavuşmak için tutulacak yolun çeşitli anlayışlara göre değişiklikler göstermesi yüzünden çeşitli tarikatlar doğmuştur.
"Tarik" Arapça'da "yol" demek, ama "tarikat" şu anlamı yüklenmiş: Tasavvufa dayanan, bazıları İslâmlıktan önceki Türk dininin, yani Şamanlığın kalıntılarını yaşatan, bazıları da İslâm şeriatının katılığını yumuşatmak amacını güden, birtakım ayrımlara karşın İslâm dininden kopmayan, çeşitli dinsel öğretiler. Mevlevî Tarikatı, Bektaşî Tarikatı, Nakşî Tarikatı gibi.
İslâm şeriatının katılığını yumuşatmaktan söz ediliyor, oysa tarikatların da sıkı kuralları bulunduğunu söylemiştik. Aradaki ayrımı göstermek için, sıkı kuralları olan Alevî-Bektaşî Tarikatı'nın tarikata kabul edilenlerden neler istediğini özetleyelim: Önce bir şeyhe bağlanılacak, yalan söylemek, haram yemek, zina etmek, eliyle koymadığını almak, gözüyle görmediğini anlatmak, adam çekiştirmek yok, sözde durulacak, iyilik edilecek, vefalı olunacak, başkalarının ayıpları görülmeyecek, her sınıftan insan, yoksul zengin, mevkili mevkisiz, eşit tutulacak, dünyaya, dünya malına gönül verilmeyecek, tarikat sırları ne olursa olsun açıklanmayacak. Bu kurallara uymayanlarla belli bir süre kimse konuşmaz, yardım etmez. Yani "düşkünlük" cezasına çarptırılırlar.
Tarikatların Tasavvuf felsefesine uygun düşmeyen yanları yok mudur?
Gene Alevî-Bektaşî Tarikatı'nın bir kuralını örnek verelim: Teberrâ ve tevellâ önemli bir kuraldır. Teberrâ Hazreti Ali'ye uymayanlara sevgi göstermemektir. Tevellâ ise bunun tam tersi, Hazreti Ali'ye uyanlara sevgi beslemektir. Bu kural Tasavvuf felsefesinin mezheplerin üstüne çıkan, insan anlayışına aykırıdır.
Birtakım çekişmelerin, yaşam koşullarının getirdiği bu gibi ayrılıklara karşın, tarikatlar genel olarak Tasavvuftan kaynaklanırlar, bu felsefenin çerçevesindedirler.
Her tarikatta insanlara Tanrı'ya ulaşmanın yollarını gösteren şeyhler vardır. Şeyh İnsan-ı Kâmil, Mürşid-i Kâmil'dir. Bir tekke kurar, kendine bağlananlara Tanrı'ya giden yolu gösterir, gezici dervişleriyle öğretisini yaymaya çalışır.
Yaptığımız bu kısa özetlemeden anlaşılacağı gibi, Tasavvuf yalnızca bir din felsefesi değil, aynı zamanda, bir yaşam biçimi önerisidir.

FİLOZOFLARA GÖRE FELSEFE

Felsefe, ne kadar soğuksa itikat da o kadar sıcaktır, birinin kaynağı sönük mantık, diğerinin ise nurlu bir kalptir.
Alexandre Dumas
Bilim, felsefenin başarılarından, felsefe de bilimin başarısızlıklarından örülmüştür.
Bertrand Russell
Felsefe, zaruri ve elzem vazifelerde, cılızlığımızı anlamakla başlar.
Epicuros
Biraz felsefe, insanın zihnini dinsizliğe meylettirir; felsefede derinleşmek, zihinleri dine yaklaştırır.
Francis Bacon
Hikmet ve felsefe, geçmiş ve gelecek dertlerin kolaylıkla hakkından gelir; fakat bu günün dertleri de onun hakkından gelir.
François de La Rochefaucauld
Felsefe öğrenilmez, yapılır.
Immanuel Kant
Felsefe konusunda en yavaş konuşabilen kazanır, ya da bitişe en son varan.
Ludwig Wittgenstein
Felsefe; bizi başkası için değil kendimiz için, güçlü görünmek için değil, güçlü olmak için yetiştirir.
Montaigne
Felsefenin insanlara, yaşamaya başlarken de, ölüme doğru giderken de söyleyecekleri vardır.
Montaigne
Boş vakit, felsefenin annesidir.
Thomas Hobbes
Felsefe, düşüncenin mikroskobudur.
Victor Hugo
Felsefe, aklın sınırlarına işaret eder ve onları sözle çözmeye çalışır.
Wolfaana Van Goethe

11 Haziran 2014 Çarşamba

SOSYALİZM



(Alm. Sozialismus; Fr. Socialisme; İng. Socialism) 

İşçi sınıfının siyasal bir devrim yoluyla iktidarı burjuvazinin elinden almasını ve böylece kapitalist üretim ilişkileri yerine toplumsal üretim ilişkilerini geçirerek sınıfsız bir toplum ve dünyayı yaratmayı amaçlayan i) bir öğreti, ii) bir siyasi hareket ve iii) devrimden sonra bu amacın gerçekleşmesi için kurulması planlanan veya kurulan toplumsal düzenin adıdır. 

Kavramı modern anlamıyla ilk kez bütünlüklü bir biçimde ortaya koyan metin Karl Marx ve Friedrich Engels’in yazdığı ve 1848’de yayımlanan Komünist Parti Manifestosu’dur. Öte yandan “sosyalizm”e dair bu önemli metinde sosyalist ve sosyalizm terimleri yerine sırasıyla komünist ve komünizm terimlerinin kullanılmış olmasının, yazıldığı dönemin tartışmaları ile yakın bir ilişkisi vardır. Engels’in Manifesto’ya yazdığı 1888 tarihli Önsöz bu tercihin tarihsel nedenlerini açıklar:

“… 1847’de sosyalizm orta katmanların bir hareketi, komünizm işçi sınıfının bir hareketiydi. Sosyalizm en azından kıta Avrupası’nda “salon”lara kabul edilebiliyordu; komünizm içinse tam tersi geçerliydi. Ve biz en başından itibaren, “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olmak zorundadır” diye düşündüğümüzden, bu iki isimden hangisini seçmek zorunda olduğumuz konusunda herhangi bir kuşku olamazdı. Dahası, o zamandan beri bu isimden vazgeçmek de aklımıza gelmedi.”

Kavrama ilişkin her üç anlamın da temelleri esasen 1800’lerin ortasında  işçi sınıfının Avrupa’da ilk kez bağımsız bir sınıf olarak  tarih sahnesine çıkması ile birlikte Marx ve Engels’in varolan kuramsal ve politik okullarla mücadelelerinin sonucu olarak atılmıştır. Bu anlamda modern sosyalizmin kurucuları olan Marx ve Engels’in yapıtlarına kaynaklık eden üç ana gelenek Alman felsefesi, İngiliz politik-ekonomisi ve Fransız sosyalizmidir.  

Marx ve Engels’den sonraki en önemli kuramsal ve politik katkı, 1900’lerin başında Vladimir İliç Lenin tarafından, özellikle de Rusya’da önderlik ettiği partinin devrim  yapması sonucu gerçekleşmiştir.

Yaklaşık olarak 70 gün süren 1871 Paris Komünü deneyimi, tarihteki ilk sosyalizm deneyimidir. Bir sonraki sosyalizm deneyimi ise yaklaşık olarak 70 yıl süren Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği deneyimidir.

Sonuç olarak 150 yılı aşkın bir tarih içinde birlikte gelişen bu üç anlamı birbirinden tamamen ayrı düşünmek doğru olmasa da bu anlamlar en azından hem üzerlerinde cereyan eden tartışmalar hem de terminoloji açısından ayrı başlıklar altında ele alınabilir. 

i) Bir öğreti olarak sosyalizm: Marx’ın da Manifesto’dan henüz bir kaç yıl sonra kuramsal katkısını özetlediği metin aynı zamanda modern sosyalizmin temel ilkelerini  sunar (Marx’tan Weydemeyer’e mektup):

“Burjuva tarihçileri bu sınıf mücadelesininm tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım: 
1)  Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 
2)  Sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 
3) Bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.”

Engels ise Manifesto’dan yaklaşık 30 yıl sonra, bir kuram olarak modern sosyalizmin Marx’ın iki ana buluşuna, yani “tarihin materyalist anlayışı ile  kapitalist üretimin gizeminin artı değer aracılığıyla açıklanması”na dayandığını yazar (Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm). Engels sonuç olarak “sosyalizm”in bu iki buluşla birlikte bir bilim haline geldiğini belirtir ve zaman zaman “modern sosyalizm” olarak da adlandırdığı bu yeni sosyalizm için “bilimsel soyalizm” terimini kullanır. Engels aynı eserinde, Marx’la birlikte kullandığı “materyalist tarih anlayışı” yerine, “bilimsel sosyalizm”in kuramsal temelleri anlamında “tarihsel materyaliam” terimini kullanır. 

1870’lerin sonlarında başka bir yeni terim, Marksizm kullanılmaya başlanır. Ancak bu kez bu yeni terim, öğretinin kurucuları Marx veya Engels tarafından değil tam aksine onların kavgalı oldukları Fransız sosyalistleri tarafından ilk kez kullanıma sokulur. Öte yandan Engels’in sadece birkaç özel mektubunda kullanılan bu yeni terimi Marx ve Engels tarafından daha çok eleştiri amacıyla kullanmış oldukları açıktır (Engels’ten Laura Lafargue’ye mektup):

“Şimdi zafer artık bizimdir, tüm dünyaya Avrupa’daki bütün Sosyalistlerin ‘Marksist’ (bu ismi bize verdikleri için deliye dönecekler)  olduğunu ispat ettik” 

Yine de “marksizm” zamanla önemli oranda “bilimsel sosyalizm”in yerini alarak giderek başat terim haline gelir. 

Kavramın kuramsal anlamına ilişkin önemli bir başka yenilik, Rus marksisti Plehanov’un 1891’de “diyalektik materyalizm” terimini kullanmasıdır. Bu terim Plehanov’un kullandığı anlamıyla Marksizmin genel yöntemi olarak yerleşiklik kazanmıştır. Bu anlamda, genellikle, “tarihsel materyalizm” Marksist bilime, “diyalektik materyalizm” de Marksist felsefeye karşılık gelen bir terim olarak kullanılmaktadır. 

Marx ve Engels’ten sonra “sosyalizm”in kuramsal anlamına dair yeni bir terimin girişi, geliştirdiği emperyalizm eleştirisi ve “eşitsiz gelişim kuramı” ile tarihsel olarak Marksizme çok önemli katkıları yapan Lenin’in adı üzerinden gerçekleşir. Bu yeni terim, Leninizm, çoğunlukla Marksizm-Leninizm biçiminde kullanılır. Öte yandan Leninizmin de sosyalizm gibi sadece bir kuram değil aynı zamanda bir siyasi hareket anlamını taşıdığı da belirtilmelidir.

ii) Bir siyasi hareket olarak sosyalizm: Manifesto’da Marx ve Engels komünistlerin bir siyasi hareket olarak bugün de geçerliliğini koruyan genel ilkesini net bir şekilde ifade etmişlerdir: “Proleteryanın sınıf olarak oluşması, burjuva egemenliğinin yıkılması ve siyasal iktidarın proleterya tarafından fethedilmesi.” 

Sosyalist hareketin tarihinde önemli tartışma başlıkları olan bu üç önerme Manifesto’da ayrıntılı bir biçimde ele alınır:

- Proletaryanın bir sınıf olarak oluşması “bir sınıf olarak ve bunun sonucunda bir siyasal parti olarak örgütlenmesi”dir. 
-  Burjuva egemenliğinin yıkılmasının yolu “komünist devrim”dir.
- Siyasal iktidarın proletarya tarafından fethedilmesi ise proletarya diktatörlüğü yoluyla gerçekleşecektir.


İşçi sınıfının bir siyasi parti olarak örgütlenmesi, sosyalist hareket içinde bu partinin niteliği ve işçi sınıfı ile ilişkileri hakkında tartışmaların konusu olmuştur. Manifesto’nun yazıldığı yıllarda ise parti kavramı henüz modern anlamına kavuşmamıştır. Sosyalist hareket ve işçiler için daha çok dernekler ve birlikler biçimindeki bir örgüt pratiği geçerlidir.

1848 devrimlerinin yenilgiyle sonuçlanmasından 10 yıl sonra devrimci hareket Avrupa’da yeniden yükselişe geçer ve böylece 1860’larda hem daha sonra kitleselleşecek işçi partileri hem de Uluslararası İşçiler Birliği,  daha sonraki isimlendirme ile I. Enternasyonal kurulur.

Bu dönemde Marksizm, sosyalist hareket içinde giderek başat bir akım haline gelmesine karşılık Marx ve Engels’in  kitleselleşen işçi partileriyle, özellikle de “sosyal demokrasi”nin  doğuşuna kaynaklık eden Alman sosyal demokrat partileri ile yakın ama hep eleştirel bir mesafeleri vardır. Bu partilerin “sosyal demokrasi”sinin bugünkü anlamına kavuşması ise bu partilerin zamanla Marksizmin temel doğrultusundan uzaklaşıp reformizm ve revizyonzime   yönelmeleri ve I. Dünya Savaşı’nda ülkelerindeki burjuva iktidarları destekleyerek milliyetçi politikalar benimsemeleri sonucunda gerçekleşir.

Sosyal demokrat partilerdeki bu eğilimlerin Marksizmden uzaklaşmalarının arkasında ise komünist devrim ve proletarya diktatörlüğü gibi marksizmin temel önermelerini terk etmeleri vardır. 

Sonuç olarak, sosyal-demokrat partilerdeki bu eğilimler II. Enternasyonal’in dağılmasına neden olur ve bu eğilimlerle mücadele eden Marksistler önce sosyal demokrat partilerden koparak komünist örgütler kurar, daha sonra da 1917 Ekim Devimi ile birlikte “komünist parti” adını kullanmaya başlarlar. Örnek olarak, Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nden ayrılıp Rosa Luxemburg’un öncülüğünde kurulan Spartakistler Birliği ve Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nden ayrılıp Lenin öncülüğünde kurulan Bolşevik Parti, 1917’den sonra sırasıyla Alman Komünist Partisi ve Rusya Komünist Partisi isimlerini alırlar.

Lenin’in önderliğindeki Bolşevik Parti’nin gerçekleştirdiği Ekim Devrimi’yle Rusya’da sosyalizmi inşaya girişmesi, komünist hareket içindeki “proleterya diktatörlüğü”, “öncü parti” ve “işçi sınıfının kendiliğindenciliği” gibi tartışma başlıklarının bir anlamda sonuca ulaşması anlamına gelir. 

Sonuç olarak Lenin’in sosyalizme bu alandaki tartışmalara katkısı “Leninist örgüt kuramı” olarak tanınmıştır. Öte yandan, Rusya gibi henüz kapitalizmin Avrupa’daki kadar gelişkin olmadığı ve bu anlamda marksistlerin devrimi öncelikli olarak beklemedikleri bir ülkede  devrimin gerçekleştirilmesi ve böylece dünyadaki ilk işçi devletinin kurulması, Lenin’in sosyalist harekete en büyük katkısıdır. Bu katkının arkasında da yine Lenin’in emperyalizm eleştirisinden elde ettiği eşitsiz gelişme yasasının bir sonucu olarak devrimin emperyalizmin çelişkilerinin biriktiği zayıf halka ülkelerinde gerçekleşme öngörüsü yatmaktadır.   

Devrimden iki yıl sonra Bolşeviklerin öncülüğünde III. Enternasyonal’in (Komünist Enternasyonal), diğer adıyla Komintern’in Moskova’da kurulmasıyla Lenin’in düşünceleri dünyadaki komünist hareket içinde başat konuma gelir. Komintern aynı zamanda resmi amacı olarak “Sosyalist Sovyet Cumhuriyetlerinin Dünya Birliği”nin kurulmasını benimseyerek II. Enternasyonal’in milliyetçi eğilimlerine karşı da bir yanıt niteliğini taşımıştır. 

Öte yandan, Ekim Devrimi’nin giderek tüm dünyaya yayılamaması, sosyalizmin tek ülkede mümkün olup olmadığı tartışmasıyla birlikte mücadelenin öncelikli ölçeği, yani ulusal veya uluslararası olup olmaması gerektiği tartışmasını da beraberinde getirmiştir.

Manifesto bu başlıkta da komünist partilere geçmişte olduğu kadar bugün de yol göstermeye devam etmektedir. Manifesto’da sınıf mücadelesinin öncelikle ulusal bir mücadele olduğu ve her ülkedeki işçi sınıfının önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmak zorunda olduğu belirtilir. Ayrıca, ulus-devletler içindeki sınıf mücadelelerinin kazanılmasının, ulusların kendi aralarındaki karşıtlığa da son vereceği öne sürülür. Manifesto’nun son cümlesi ise sınıf mücadelesinin uluslararası boyutunu en açık ifade eden cümledir: “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!”

iii) Toplumsal bir düzen olarak sosyalizm: Manifesto’da komünist bir devrimden sonra kurulacak toplumsal düzende başta mülkiyet ilişkileri olmak üzere emek, aile, evlilik, eğitim ve ulus gibi olguların alacağı biçim ve içerik burjuva toplumun eleştirisi üzerinden karşılaştırmalı olarak sunulur. Bu yeni toplumsal düzenin, yani komünizmin, iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesiyle bir anda gerçekleşmeyeceği de Manifesto’dan anlaşılmaktadır:

“Proletarya, siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, tüm üretim aletlerini devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek ve üretici güçler kitlesini olabildiğince çoğaltmak için kullanacaktır.” 

Manifesto’da henüz bu terim kullanılmasa da bu sürecin Marx ve Engels’in sonraki eserlerinde kullandıkları anlamıyla başlangıçta “proletarya diktatörlüğü” olarak örgütleneceği görülebilir. Bu sürecin sonunda işçi sınıfı kendi egemenliği ile birlikte kendisini de ortadan kaldıracak sınıfsız toplumu kuracaktır.

Manifesto’daki bu yaklaşım Marx’ın 1875 yılında yazdığı Gotha Programı’nın  Eleştirisi’nde daha ayrıntılı ve açık bir biçimde ifade edilir: Proletarya diktatörlüğü kapitalist toplum ile komünist toplum arasındaki siyasal bir geçiş dönemidir. Marx bu dönem için aynı zamanda “komünist toplumun birinci aşaması” ifadesini de kullanır. Marx komünist toplumun başka bir aşamasından daha söz eder:

“Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasından, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir:  Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinimine göre!”

Lenin de Marx’ın bu yaklaşımını benimsemiş, ancak “komünist toplumun birinci aşaması”nı sosyalizm, “komünist toplumun daha yüksek bir aşamasını” ise komünizm olarak adlandırmıştır. Lenin’in bu yeni adlandırması Marksist literatürde bu şekilde benimsenmiştir.

Genel olarak Marx, Engels ve Lenin’in yapıtlarında bir toplumsal düzen anlamında ağırlıklı olarak kapitalizm eleştirisi yer alırken, sosyalizm ve özellikle de komünizm üzerine yazılanlar çok daha az bir hacmi kaplar. Bu anlamda Manifesto’da komünist devrim sonrası önlemlerin farklı ülkelere göre farklılıklar gösterebileceği belirtilmiştir. Yine de bu yapıtlar sosyalist ve komünist toplumun örgütlenmesine dair can alıcı ilkeleri sunmaktadır.

Son olarak Paris Komünü ve Sovyetler Birliği gibi geçmiş sosyalizm deneyimleri kadar Çin Halk Cumhuriyeti gibi tartışmalı veya Küba Cumhuriyeti gibi yaşayan sosyalizm deneyimleri ışığında da önemli bir birikim oluşmaya devam etmektedir.

Komünizm

Vikipedi, özgür ansiklopedi
Komünizm (Latince kökenli communis - ortak, evrensel); üretim araçlarının ortak mülkiyeti üzerine kurulu sınıfsız, parasız vedevletsiz bir toplumsal düzen; ve bu düzenin kurulmasını amaçlayan toplumsal, siyasi ve ekonomik bir ideoloji ve harekettir. Sadece üretim araçlarının ortaklaşalığına dayanan sosyalizmden ayırt edilmesi gerekir. 20. yüzyılın başından beri dünya siyasetindeki büyük güçlerden biri olarak modern komünizm, genellikle Karl Marx'ın ve Friedrich Engels’in kaleme aldığıKomünist Parti Manifestosu ile birlikte anılır. Buna göre özel mülkiyete dayalı kapitalist toplumun yerine meta üretiminin son bulduğu komünist toplum gerçektir. Komünizm'in temelinde yatan sebep, sınıfsız, ortak mülkiyete dayalı bir toplumun kurulması isteğidir. Sınıfsız toplumlarda en genel anlamıyla tüm bireylerin eşit olması, karşıt görüşlüleri için "ütopya" olarak atfedilir ve zorla yaşanmaya çalışılırsa kaosa yol açacağına inanılır. Paris Komünü, komünist sistem yaşayabilmiş ilk topluluktur. Bunun dışında Mahnovist hareket öncülüğünde Ukrayna ve İspanya iç savaşı sırasında Anarko-komünist hareketle şekillenen (yaklaşık 4 yıl sürmüştür) toprakların kollektifleştirilmesi esasına dayalı olarak komünist topluluklar da kurulmuştur.
Komünizmi savunan akımlar arasında en yaygını Leninizm (Marksizm-Leninizm)'dir. Marksizm-Leninizm'e göre komünizme giden süreç burjuvazinin ortadan kalkmasını sağlayacak olan proletarya rejimi başlatılacak ve ardından komünizmin hazırlayıcısı sosyalizm aşamasına geçilecektir. Marksist kuramda son aşama olan komünizmin gerçekleşmesiyle devlet ortadan kalkacaktır.
Leninizm dışında iki komünist akım daha bulunmaktadır. Bunlardan ilki Marksizm'in temel görüşlerini benimseyen fakat Leninistmodelle komünizm hedefine ulaşılamayacağını iddia eden sol komünizm veya konsey komünizmi olarak adlandırılan akımdır. Lenin'in "Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı" adlı eserine cevaben yazılan Herman Gorter'in "Yoldaş Lenin'e Açık Mektup", Gilles Dauvé ve François Martin'in "Komünist Hareketin Güneş Tutulması ve Yeniden Ortaya Çıkışı" isimli kitaplar bu akımın takipçilerinin yarattıkları eserlerdir.
Diğer bir komünist akım ise anarşist komünizm'dir. Anarşizmin bireyci ve kolektivist akımlarından ayrılan anarşist komünizm fikri, komünizme devlet aygıtını ele geçirerek geçilebileceğini reddeder ve bunu savunan Marksizm'i eleştirir. Peter Kropotkin, Nestor Makhno, Errico Malatesta, Carlo Cafiero anarşist komünizm düşüncesinin temellerini atan düşünürlerden ve eylemcilerden bazılarıdır. Anarşist komünizm, anarşizm'den "sınıf" gerçeğine göre hareket etme ve örgütlenme temelinde ayrılır. Savunucuları komünizmin, bilimsel sosyalizm olmadan gerçekleştirilebileceği üzerinde birleşir. Anarşist komünizm, devlet'in kapitalizm için bir kılıf olduğunu ve bu yüzdende sınıfsız bir topluma gidilecek süreçte kullanılmasının sonucunda "diktatörlük", "devlet kapitalizm"i ya da "bir sözde zümrenin, toplum üzerinde iktidarı'na yol açacağını düşünür.

İlk Komünizm[değiştir | kaynağı değiştir]

Komünizm fikri Batı düşüncesinde Marx'tan ve Engels’ten çok önce oluşmuştur. Antik Yunan’da zaten komünizm mülkiyet gelmeden önce toplumun tam uyum içinde yaşadığı, insanlığın “altın çağına” dair bir mitolojiyle ilişkilendirilirdi. Kimileri Platon’un Devlet adlı eserinin ve diğer antik kuramcıların bir çeşit komünal yaşam içinde komünizmi savunduğunu belirtir. Pek çok erken Hıristiyan mezhebi (ve Elçilerin İşleri bölümünde de belirtildiği üzere özellikle erken dönem Kilise), Kolomb öncesi Amerika’daki yerli kabileler komünizmi komünal yaşam ve ortak mülkiyet biçiminde uygulamışlardır.
16. yüzyılda İngiliz yazar Thomas More Ütopya adlı incelemesinde, ortak mülkiyet üzerine kurulu bir toplumu tasvirlemiştir. 17. yüzyılda komünist düşünce İngiltere’de tekrar tartışma konusu oldu. Eduard Bernstein 1895’te yazdığı Cromwell ve Komünizm adlı eserinde İngiliz İç Savaşı içindeki grupların, özellikle de Kazıcıların (Diggers) açıkça komünist, tarıma dayalı düşünceleri desteklediğini ve Cromwell’in bu gruplara yaklaşımının olsa olsa değişken, sıklıkla da düşmanca olduğunu iddia eder.
Özel mülkiyet fikrinin eleştirisi 18. yüzyıl boyunca süren Aydınlanma döneminde de, Jean Jacques Rousseau gibi düşünülerle devam etti. Robert Owen gibi “ütopyacı sosyalist” yazarlar da bazen komünist sayılırlar.
Karl Marx insanlığın klasik toplum, feodalizm ve şimdi içinde bulunduğu kapitalizm dönemine yükselmesinde ilkel komünizmi ilk ve asıl çıkış noktası olarak görür. Ardından sosyal evrimdeki sonraki adımın komünizme geri dönüş olacağını gösterir ancak bu insanlığın zaten deneyimlediği ilkel komünizmden çok daha yüksek bir seviyede olacaktır.
Komünizm çağdaş formunda 19. yüzyılın işçi hareketiyle birlikte Avrupa’da yükseldi. Bu sırada Sanayi Devrimi ilerliyordu. Sosyalist eleştirmenler kapitalist iktisadın uygunsuz koşullarda şehirdeki fabrikalarda çalışan işçiler olan proletaryayı ve zengin ile yoksul arasında giderek açılan bir uçurumu ortaya çıkardığını gördüler.Aslında gerçek anlamda komünizm,19. yüzyılın ortalarından itibaren filizlenmiştir.Komünizmin tabiri,Karl Marx ve Fredrih Engels'in ortak yapıtları olanKomünist Manifesto adlı kitapta açıklanmıştır.Burdan yola çıkarsak,aslında komünizmin yaklaşık 1,5 asırlık bir geçmişi vardır.

Anarşist komünizm[değiştir | kaynağı değiştir]

Ana madde: Anarşist komünizm
Anarşist Komünizm 14. yüzyılda bir red ve bir istekten doğan anarşizmin komünist koludur. Reddedilen otoritedir. Nitekim anarşist kuramcı Proudhon 1851'de "artık ne kilise'de ne de devlet içinde,ne toprakta ne de parada da otorite olmalıdır" diyordu. İstenilen de özgürlüktür.
Anarşist düşünce Marx'ın bilimsel sosyalizmiyle çelişir. Anarşizmin ispanyadaki kurucusu Guiseppe Fanelli ile 1. Enternasyonale katılan Bakunin, "dünyada eşitlik, komünler içinde serbestçe örgütlenmiş ve federasyon haline gelmiş üretim birliklerindeki kolektif mülkiyetin ve emeğin kendiliğinden örgütlenmesiyle gerçekleşmek zorundadır" der. Nitekim, daha Enternasyonal'ın başlangıcında işçiler ikiye bölünmüştü. Biri Marxçı diğeri Proudhoncu olan bu iki akım özellikle Cenevre(1866) ve Lozan(1867) kongrelerinde çatıştı. 1. Enternasyonal'den sonraki kongrelerde anarşistler yenik düştü. Anarşistlerin öncülerine göre yapacakları propaganda yeniden gözden geçirilmeliydi. Bu düşünceden hareketle İtalyan anarşistler,1877 de şiddet kullanmayı önerdiler: "Sosyalist ilkelerin eylemlerle ortaya konmasına yönelen ayaklanma, en etkin propaganda aracıdır. Bu araç kitleleri yanıltmadan ve bozmadan en derin toplumsal katmanlara nüfuz edebilir ve Enternasyonal'in desteklediği mücadelede insanlığın diri güçlerini yanına çekebilir"(1876 da Cafiero'nun Malatesta'ya yazdığı mektup). Bu düşünceden hareket eden İtalyan anarşistleri, Benevento'da taşra arşivlerini ateşe vermeye ve yoksullara para dağıtmaya giriştiler. yapılan baskılar Anarşist düşüncenin yayılmasına, özellikle İspanya ve Rusya'da engel olamadı. Bu arada Bakunin ve Kropotkin, eksiksiz ve evrensel nitelikte olduğunu düşündükleri bir eğitim sistemi ortaya koyarak Proudhon'un düşüncelerini geliştirdiler.
Anarşist Komünizmin örgütlü pratikleri, kendisini tarihte Ukrayna ve İspanya iç savaşında gösterir.

Marksizm'e karşıt Düşünceler[değiştir | kaynağı değiştir]

Ana madde: Marksizm
Diğer sosyalistler gibi Marx ve Engels de kapitalizme ve işçinin sömürülmesine son verme yolları aradılar. Fakat erken dönem sosyalistler genellikle uzun süreli bir sosyal reformu önermekte iken, Marx ve Engels devrimin sosyalizme giden tek yol olduğunu söylediler.
Marksizm’de, sınıflı toplumdaki insanın temel özelliği yabancılaşmadır ve komünizm insanlığın özgürlüğünün tam olarak gerçekleştirilmesi demektir. Marx burada Hegel’i izleyerek özgürlüğü yalnızca kısıtlamaların yokluğu olarak değil, ahlakî bir özü olan hareket olarak alır. Komünizm yalnızca insanlar ne yapmak istiyorlarsa onu yapmalarını sağlamaz, ama aynı zamanda onları öyle koşullar ve diğer insanlarla öyle ilişkiler içine koyar ki, artık sömürme ihtiyacı hissetmezler. Ancak Hegel’e göre bu dünya asla ulaşılamayacak olan idealar dünyası tarafından yönetilirken, Marx’a göre komünizm maddeler dünyasından, özellikle de üretim araçlarının gelişiminden ortaya çıkar.
Marksizm sınıf çatışma ve devrimci mücadele sürecinin proletarya için zaferle sonuçlanacağını ve özel mülkiyetin zamanla ortadan kalkarak üretim araçlarının topluma ait kılınacak bir komünist toplumun kurulacağını ileri sürer. Marx komünist yaşam hakkında az şey yazmış ve yalnızca komünist toplumu oluşturan en temel belirtileri vermiştir. Açıktır ki, bu insanın altından kalkabileceği tasarıların çok az sınırlandığı bir bolluğu gerektirir. Komünist hareket tarafından benimsenmiş bir sloganda komünizm “Herkesten yeteneğine göre alınan, herkese gereksinimine göre verilen” bir dünya olarak açıklanır. Alman İdeolojisi (1845) Marx’ın komünist geleceği detaylıca açıkladığı az sayıdaki yazılarından biridir: Oysa herkesin bir başka işe meydan vermeyen bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden faaliyet dalında kendini geliştirebildiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler, bu da, benim için, bugün bu işi, yarın başka bir işi yapmak, canımın istediğince, hiçbir zaman avcı, balıkçı ya da eleştirici olmak durumunda kalmadan sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam hayvan yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra eleştiri yapmak olanağını yaratır.
19. yüzyılın son yarısında sosyalizm ve komünizm terimleri genellikle birbirlerinin yerine kullanılmaya başladılar. Marx ve Engels sosyalizmi toplumun üretim araçlarını ortak olarak kullandığı ama bazı sınıf farklılıklarının hâlâ bakî olduğu bir geçiş aşamasını tanımlamak için kullandılar. Komünizm terimini de tüm sınıf farklarının ortadan kalktığı, insanların uyum içinde yaşadığı ve devlete artık ihtiyaç duyulmadığı nihai bir aşama için kullandılar. Komünizm ve sosyalizm birbirlerine muhtaçtılar, çünkü sosyalizm basamağı gerçekleşmeden komünizme ulaşılması mümkün görülmüyordu.
Özellikle daha sonra Lenin tarafından geliştirilen bakış açıları, 20. yüzyılın komünist partilerinin harekete geçirici niteliklerinin temelinin oluşturulmasını sağladı. Sonraki yazarlar Marx’ın bakış açısını biraz değiştirerek, komünizm tam olarak yerleşmeden önce uzun bir sosyalizm sürecinin gerektiğine inanmış ve böyle toplumların geliştirilmesinde devlete merkezî bir rol tanımışlardır.
Marx’ın Mihail Bakunin gibi çağdaşları benzer fikirleri desteklediler ama sınıfsız topluma nasıl ulaşılacağı konunda fikir ayrılığına düştüler. Günümüzde işçi hareketinde Marksistler ve anarşistler arasında bir ayrım vardır. Anarşistler tüm devlet biçimlerine karşıdır ve onu ortadan kaldırmak isterler. Anarşist komünistler sınıfsız topluma derhal geçilmesini ister.

Komintern[değiştir | kaynağı değiştir]

Ana madde: Marksizm-Leninizm
Modern dünyada geniş ölçekli bir sosyalizm kurma fikri üzerine ilk çaba Rusya’da 1917 Ekim Devrimi’nde gerçekleşti. Bolşevikler ve Lenin’in önderliğinde yapılan devrim, Marksistlerin kendi arasında da komünizm üzerine önemli pratik ve kuramsal tartışmalar başlattı. Marx’ın kuramı devrimlerin yerleşik ve büyük bir işçi sınıfının oluştuğu ileri kapitalist ülkelerde olacağını farz ediyordu. Bununla birlikte muazzam büyüklükteki Rusya cahil köylüleriyle ve küçük sanayisiyle Avrupa’nın en fakir ülkesiydi. Bu şartlar altında onların ideolojik vazifelerine göre öncelikle bir işçi sınıfının yaratılması gerekiyordu.
Bu nedenle sosyalist Menşevikler, kapitalizm oluşmadan evvel sosyalist devrim isteyen Lenin’in komünist Bolşeviklerine karşı çıkıyorlardı. Bolşevikler iktidara geldiklerinde Rusya’nın Birinci Dünya Savaşı’yla olan ilgisinin kesilmesini isteyen halkın ve toprak reformuna isteyen köylülerin desteğini elde eden pragmatik ve siyasî olarak başarılı “barış, ekmek ve toprak” sloganlarının ötesinde bir programdan yoksun kaldılar.
Komünizm ve sosyalizm terimlerinin kullanımları 1917 yılında Bolşevikler isimlerini Komünist Parti olarak değiştirdiklerinde ve sosyalist ilkelere bağlı tek parti rejimi kurduklarında değişti. Devrimci Bolşevikler ılımlı sosyalist hareketlerle olan bağlarını kopardılar ve İkinci Enternasyonal'den çekilerek 1919 yılında Üçüncü Enternasyonal'i ya da Komintern'i kurdular. Bundan böyle Komünizm terimi Komintern şemsiyesi altında toplanan partilerin ideolojilerini belirtmek için kullanılır oldu. Programları sosyalist iktisadın geliştirilmesini olduğu kadar, proletarya diktatörlüğünün kurulmasını sağlayacak olan dünya işçilerinin devrim için birleşmesi çağrısında bulunuyordu. Sonunda devletin yavaş yavaş yok edilmesiyle uyumlu bir sınıfsız toplum oluşturacak programları tuttu. Sovyet komünistleri 1920’lerin başında, eski Rus İmparatorluğu'ndan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'ni ya da Sovyetler Birliği’ni kurdular.
Lenin’in demokratik merkeziyetçiliğini izleyerek, komünist partiler hiyerarşik bir yapıyla örgütlendiler. Tabanda yalnızca partinin yüksek üyeleri tarafından onaylanmış ve parti disiplinine tamamen uyan seçkin kadrolardan oluşan etkin hücre üyeleriyle örgütleniyorlardı.
1918 ile 1920 arasında, Rusya İç Savaşı’nın ortasında yeni rejime tüm üretim araçlarını devletleştirdi. Ayaklanmalar ve köylülerin rahatsızlığı başlayınca, Lenin Yeni Ekonomi Politikası'nı (YEP/NEP) açıkladı.
Sovyetler Birliği ve Komünist Partiler tarafından yönetilen diğer ülkeler sosyalist iktisadi esaslar üzerine kurulu Sosyalist devletler olarak tanımlanırlar. Bu kullanım, onların sosyalist programı üretim araçlarının özel mülkiyetini ortadan kaldırmak ve iktisat üzerinde devlet kontrolünü kurmak için benimsediklerini belirtir; bununla birlikte, kendilerini tam anlamıyla komünist olarak tanımlamazlar çünkü ortak mülkiyet henüz yoktur.

Stalinizm[değiştir | kaynağı değiştir]

Ana madde: Stalinizm
Sosyalizmin Stalinist versiyonu, bazı önemli değişikliklerle birlikte Sovyetler Birliğini ve dünya çapındaki Komünist Partileri şekillendirdi. Bu görüş büyük bir sanayileşme ve kamulaştırma programıyla komünizmi kurma ihtimali üzerinde duruyordu. Sanayinin hızlı gelişimi ve hepsinin ötesinde Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’nı kazanması, bu bakış açısına dünya çapında bir destek sağladı ve hatta Stalin’in ölümünü izleyen on yılda, parti otuz yıl içinde komünizmin kurulmasını vadeden bir program benimsedi.
Bununla birlikte Stalin’in önderliğindeki Sovyet modelin iskeletiyle komünizme ulaşma düşüncesindeki bazı gedikleri kanıtlar gösterdi. Stalin Sovyetler Birliği’nde hayatın yönünü kontrol eden baskıcı bir devlet kurdu. Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği’nin yeni lideri Nikita Kruşçev bu baskının büyüklüğünü kabul etti. Daha sonra bu büyüme azaldı, devlet memurları arasında Sovyet sisteminde gediklere yol açan rantçılık ve bozulma arttı.
Komintern’in faaliyetine rağmen, Sovyet Komünist Partisi Stalinist bir kuram olan “tek ülkede sosyalizm”i benimsedi. Sınıf mücadelesinin sosyalizmde daha zorlaşacağını söyleyen Stalinist görüşe göre eğer gerekliyse tek ülkede sosyalizmi kurmak mümkündü. Marksist enternasyonalizmden bu kopuş, “sürekli devrim” kuramını ortaya atarak dünya devriminin gerekliliğini vurgulayan Leon Troçki tarafından eleştirildi.

Troçkizm[değiştir | kaynağı değiştir]

Ana madde: Troçkizm
Troçki ve destekçileri “Sol Muhalefet”i oluşturdular ve platformları Troçkizm olarak anıldı. Fakat Stalin Sovyet rejiminin tam kontrolünü ele geçirmeyi başardı ve onların Stalin’i iktidardan indirme girişimleri 1929 yılında Troçki’nin sürgün edilmesiyle sonuçlandı. Troçki’nin sürgün edilmesinin ardından, dünya komünizmi iki farklı fraksiyona ayrıldı: Stalinizm ve Troçkizm. Troçki daha sonra 1938’de Komintern’e bir meydan okuma olan Dördüncü Enternasyonal ’i kurdu.
Bugün Troçkizm’i izleyen bazılarına göre, bu ideoloji Sovyet bloğundaki Komünist çevrelerde Stalin’in ölümünden sonra bile kabul görmemiş ve Troçki’nin komünizm konusundaki açıklamaları devleti yıkacak koşulları hazırlayacak siyasî bir devrime önderlik etmede başarılı olmamıştır. Bununla birlikte Troçkist fikirler sosyal değişim deneyimleri yaşayan ülkelerde (örneğin Venezuela’nın başbakanı Hugo Chavez’le ilişkisi olan Alan Woods'un Marksist Enternasyonal Komitesi gibi) zaman zaman yankı bulmaktadır. Büyük Britanya, Fransa, İspanya ve Almanya gibi gelişmiş ülkelerde birçok parti politik arenadadır. Kapitalizmin destekçisi olan partilere katkıda bulunan Troçkist grupların, böyle davranılmasını uygun bulmayan diğer Troçkistler tarafından oportünizmle (fırsatçılık) suçlandığını unutmamak gerekir.

Soğuk Savaş Yılları[değiştir | kaynağı değiştir]

Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan galibiyetle çıkmasının ardından Doğu Avrupa’da önemli müttefikler kazanmasıyla birlikte, komünizm hareketi birkaç yeni ülkede daha başladı ve Maoizm gibi birkaç değişik komünizm düşüncesinin yükselmesine de yardımcı oldu.
Sosyalizm birçok yeni ülkenin Sovyetlere eklenmesiyle ve Doğu Avrupa’ya yayılarak güçlendi. ArnavutlukBulgaristanÇekoslavakyaDoğu AlmanyaPolonya,Macaristan ve Romanya’da Sovyet Komünizmi örnek alınarak yönetimler kuruldu. Yugoslavya’da da Josip Tito’nun önderliğinde komünist bir yönetim yaratıldı ama Tito’nun bağımsız politikaları, Yugoslavya’nın Komintern’in yerine kurulan Kominform’dan çıkarılmasına yol açtı. Titoizm hareketi de deviasyonist (sapma) olarak adlandırıldı.
1950 itibariyle Çin Marksistleri Tayvan hariç tüm Çin ellerinde tutarak, dünyanın en kalabalık ülkesini yönetiyorlardı. Diğer bölgelerdeki komünist güçler, emperyalist dünya üzerinde huzursuzluk yaratıyor ve emperyalistler Orta Asya’daki ve Afrika’daki huzursuzlukları bastırmak için savaşa başvuruyorlardı. Bunların en acı sonuçlar doğuranlarından birisi Vietnam Savaşı ’dır. Değişik oranlarda başarılar sağlayan Komünistler, bu fakir ülkelerdeki ulusal ve sosyalist güçlerle birlikte Batı emperyalizmine karşı savaş verdiler.

Maoculuk[değiştir | kaynağı değiştir]

Ana madde: Maoculuk
1953’te Stalin’in ölümünün ardından, Sovyetler Birliği’nin yeni önderi Nikita Kruşçev, Stalin’in suçlarını ve yaptığı kişisel propagandayı ifşa etti. Lenin’in prensiplerine geri dönüş çağrısı yaptı ve böylece Komünist yöntemlerdeki bazı değişiklikleri haber vermiş oldu. Bununla birlikte, Kruşçev’in ıslahatları özellikle 1960'lar ve 1970'lerde daha görünür hale gelen Çin ve Sovyetler Birliği arasındaki ideolojik farkları arttırdı. Uluslararası Marksist hareketteki Çin-Sovyet bölünmesi açık bir düşmanlığa dönüşürken, Maoist Çin kendisini gelişmemiş dünyanın iki süpergüç olan ABD ve Sovyetler Birliği karşısındaki önderi olarak gösterdi ve Maoculuk dünyada Marksizm'in yeni bir dalı olarak kabul edildi.

Sovyetler Birliği’nin Dağılması ve Günümüzde Marksizm[değiştir | kaynağı değiştir]

1985 yılında Mihail Gorbaçov Sovyetler Birliği’nin önderi oldu ve glasnost (açıklık) ve perestroika (yeniden yapılandırma) projeleriyle merkezi kontrolü azalttı. Polonya, Doğu Almanya, Çekoslavakya, Bulgaristan, Romanya ve Macaristan Komünist yönetimi 1990 yılında terk ettiklerinde Sovyetler Birliği onlara müdahale etmedi ve 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin kendisi de dağıldı.
21. yüzyılın başıyla birlikte, Komünist partiler Çin, Küba, Laos, Kuzey Kore ve Vietnam’da iktidardalar. Moldova’nın başkanı Vladimir Voronin Moldova Komünist Partisi’nin üyesi olmakla birlikte ülke tek parti önderliğinde yönetilmiyor. Bununla birlikte Çin, Maocu mirasın birçok bakış açısını yeniden değerlendirdi ve Çin, iktisatta büyümeyi arttırmak için devlet kontrolünü azalttı. Komünist partiler ya da onların izleyicileri, birçok Avrupa ülkesinde ve özellikle de Hindistan’da siyasi olarak hala önemlerini koruyorlar.
Doğu Avrupa ülkelerinde sosyalist devrimlerin ardından komünizmin neden başarılı olamadığına dair Marksist teoriler, kapitalist dış ülkelerin baskısı, devrimlerin gerçekleştiği ülkelerin görece az gelişmiş olması ve devleti kendi çıkarları doğrultusunda yöneten yeni bir bürokratik tabaka ya da sınıfın oluşması gibi etkenler üzerinde durmaktadır. Sovyetler Birliği’ne ve Sovyet sistemine yönelik Marksist eleştiriler, Sosyalist devletlerin “devlet kapitalizmi” ya da bürokratik diktatörlük haline geldiğini ve Sovyet sisteminin Marx’ın komünist idealinden çok uzağa düştüğünü söylemektedir. Devletin ve partinin bürokratik seçkinlerinin ağır bir şekilde merkezileşmiş ve baskıcı bir siyasal araç haline gelmiş aygıtta bürokrasinin sınıflı sisteme özgü bir sınıfmış gibi hareket etmeye başladığı vurgulanır.
Marksist olmayanlar ise devlet kapitalizmi terimini Komünist Parti tarafından yönetilen tüm topluluklar ve böyle ulus-devletler yaratma niyetinde olan herhangi bir parti için kullanırlar. Sosyal bilimlerde, Komünist Partiler tarafından yönetilen topluluklar tek partili yönetimlerinden ve sosyalist iktisadi tabanlarından dolayı ayrı tutulurlar. Antikomünistler böyle toplumlar için totaliterlik terimini kullansalar da, birçok sosyal bilimci böyle devletlerde bağımsız politik faaliyetler yürütmenin imkânlarını tanımlamışlar ve bunun gelişimini 1980ler ve 90ların başında Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki müttefiklerinin dağılmasından sonrasına kadar vurgulamışlardır. Kaldı ki, zaten Marx'a göre proletarya diktatörlüğü, komünizm aşamasına ulaşmak için geçilmesi gereken bir aşamadır. Dolayısı ile burjuva düzenlerinde olduğu gibi çok partili bir sistem kurulması zaten mümkün değildir. Bazı komünistler, sosyalist bir yönetimin totaliter bir yönetime dönüşmesinin, ancak halkın yönetime katılmasının engellenmesi ile olabileceğini savunmaktadırlar.
Bugün Marksistler ve anarşistler dünyanın pek çok bölgesinde faaliyettelerdir.Latin Amerika'da marxsizm gelişmiştir. Bugün; Küba, Venezuela, Bolivya, Çin, Kuzey Kore, Laos, Vietnam, Moldova ve Nikaragua sosyalist ve komünist partilerin iktidarlarıyla yönetilmektedir.

Komünizmin eleştirisi[değiştir | kaynağı değiştir]

Çok çeşitli görüşlerdeki yazarlar ve siyasi eylemciler antikomünist eserler yayımlamışlar. Sovyet bloğuna muhalif olan Aleksandr Solzenitsin ve Vaclav Havel; Friedrich Hayek, Ludwig von Mises ve Milton Friedman gibi ekonomistler; Hannah Arendt, Robert Conquest, Daniel Pipes ve R. J. Rummel gibi tarihçiler ve sosyal bilimciler bunlardan bazılarıdır. Bazı yazarlar Komünist rejimle yönetilen ülkelerdeki, özellikle de Stalin dönemindeki insan hakları ihlallerini komünizmin eleştirisi olarak sunmaktadır. Fakat bunu eleştiren insanların büyük kısmının, kapitalist ülkelerin yaptığı insan hakları ihlallerine değinmemesi, bu tür eleştirilerin komünistler başta olmak üzere bazı insanlar tarafından antikomünist propaganda olarak yorumlanmasına yol açmaktadır.
Bu eleştirilerin bazıları, komünist partilere karşı doğru noktalara değinmekle birlikte, hepsinin bilimsel bir yaklaşım olarak komünizme karşı geçerli olamadıkları iddia edilmektedir. Ve Varşova Paktı'na dahil olmayan birçok komünist partisi arasında çok önemli farklılıklar vardır; bundan dolayı hiçbir eleştiri hepsi için geçerli olamaz.
Birçok ülkede komünizmle mücadele, fikri eleştirilerle sınırlı kalmamış, fiziksel karşı koyuşlarla da çerçevesini genişletmiştir.